Osmanlı döneminin sonları ve Cumhuriyet döneminin başları özellikle de İttihat ve Terakki (İTT) döneminde, kendisi Dersimli olmasa da davranış olarak tipik bir Dersimli olan Lütfi Fikri milletvekilidir.
1872 yılında İstanbul’da, bazı yerlerde de Gümüşhane’de, Kosova Valisi Fikri Paşa’nın oğlu olarak dünyaya gelir. Babası ölünce isminin başındaki Ömer’i atar ve babasının ismi olan Fikri’yi ismine ilave ederek Ömer Lütfi yerine ismini Lütfi Fikri olarak kullanır.
1890 yılında Mülkiye’nin İdadi kısmından mezun olur ve birkaç ay sonra da Paris’e gider. Orada Paris Hukuk Fakültesinde lisans öğrenimi yapar 1894’te İstanbul’a döner.
Bu dönemde İttihat ve Terakki’nin gizli ve faal üyelerinden biri olur. 1895’te yakalanıp, 14 ay mahkumiyetini yatarak tamamlar. 1897’de Isparta Tahrir müdürlüğüne tayin olur. Daha sonra bugün olduğu gibi kirli ilişkileri olanları rahatsız eder ve şikayet edilerek Niğde’ye sürülür. Kendisine karşı bu ihbarcı furyadan ve olası tehlikelerden kaçınmak için Ekim 1901’de bölgeyi işgal eden Ruslara katılır ve oradan Avrupa’ya kaçar. 2 yıl kadar Almanya’da kalır, oradan dönmek için girişimlerde bulunursa da dönüşünün tehlikeli olacağını anlar ve Kahire’ye geçer. Orada bir dönem avukatlık yapar daha sonra da 2. Meşrutiyet ile İstanbul’a döner ve ilk Meclis-i Mebusan’a Dersim mebusu olarak girer. İşte giriş o giriş. Osmanlı, hatta belki TC. döneminin de en enteresan, en cesur mebusu olarak ünlenir.
Neden ve nasıl Dersim mebusu olduğuna dair pek bilgi olmasa da Gümüşhane o dönemin Kürt Alevilerinin yoğun olduğu bir bölgedir ve aslında da Dersim Sancağının kapsama alanı içindedir. Büyük bir ihtimalle Alevi kökenlidir. Zira anılarında açıkça görüleceği gibi İslam’la hiç bağ kurmamış, hatta dinin Osmanlı’nın gelişimini, daha çağdaş bir ülke haline dönmesinin önünde bir engel olduğunu düşünmektedir.
Mecliste tek kişilik koca bir muhalefet partisi gibi davranır. O zamana kadar pek alışık olunmayan eleştiri mekanizmasını en etkili şekilde kullanan biridir. Meclis kürsülerinde nutukları çok meşhurdur. Oysa gençliğinde insanlarla konuşmaya çekinecek kadar utangaçtır ve anılarında bundan dolayı çektiği ıstırabından bahseder.
Üyesi olarak girdiği İttihat ve Teraki’nin politikalarını gördükçe en ateşli muhalifi haline gelir. İkinci seçimlerde İTT’nin kendisini İstanbul mebusu olarak seçtirmesine rağmen, hemen istifa eder. Muhalefeti sadece parlamento kürsüsünde yapmaz. Özgür Gündem geleneğinin bir yıllık bir örneğini yaşatır adeta. Milletvekilinin yanında 29 Nisan 1911’de “Tanzimat”ı yayınlar, İki hafta sonra bugün AKP’nin kullandığı gibi Örfi İdare Kumandanlığı tarafından kapatılır. 13 Mayıs 1911 günü bu kez “Zühre”yi yayınlar ve kapatılır. 22 gün sonra “Matbuat”ı yayınlar o da kapatılır. Örfi İdare Kumandanlığı, belli ki o dönemin Süleyman Soylu’sunun kumandasında Lütfi Fikri Bey’in çıkardığı her gazeteyi kapatır. Mayıs 1911 ile Mayıs 1912 arasında, Örfi İdare Kumandanlığıyla girdiği inatlaşmada, yani sadece bir yıl içinde “Merih”, “Islahat”, “Meşrik”, “Te’sirat”, “Takdirat”, “Teşkilat”, “Teminat”, ve “İtham” gazetelerini yayınlar. Gazete isimlerinden de anlaşılacağı gibi aslında tek kişilik muhalefetinde psikolojik üstünlüğü de elinde tutmaktadır. Zira her isim İttihat ve Terakki ile alay niteliğindedir.
Tıpkı bugünkü AKP gibi İTT de bütün nitelikli insanları yiyerek devam eder bir süre. Lütfi Fikri günlüğünde; (9 Mart 1913) “Kaht-ı rical var!” (yani adam kıtlığı) “Kaht-ı rical var!” deniliyor. E nasıl olmasın diyerek, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi mecliste genç insan yetişmesinin önünün kesildiğini anlatır. “Biz meşrutiyete ve parlamenter hükümete sahip olduk ama bunu çok müddet işletmeyeceğiz” der. Çünkü Padişah’ın sınırsız yetkilerine karşıdır. Hala kabinenin uygulamayı bilmediğini “Efendim padişahın hakkıdır karışmayınız”a muhalefet eder. “Evet padişahın hakkı ama bu öyle isterse yemek yemek, istemezse yememek kabilinden bir hak değildir” diyerek bi’at kültüründen yakınır. Bayağı tanıdık geliyor…
Lütfi Fikri Bey yeni bir rejimin kurulmasına da karşıdır. Osmanlı’nın daha demokratik bir biçimde devamından yanadır. Bu nedenle M. Kemal ile de ciddi çatışma içindedir. Vandal’dan alıntı yaparak İTT’yi tıpkı Ahmet Şık’ın tarif ettiği gibi büyük bir çıkar şebekesi olarak tarifler: ‘Bunlar birer fırka değildi, sırf bir association d’interet et de passion (menfaat ve ihtiras şebekesi) idi’yi destekleyerek; “Ne kadar doğru! Bizim ittihatçılar, İtilafçılar da böyle değil miydi ve elan (şimdi) da böyle değil midir?” der.
Buradan bakınca AKP ve İttihatçıların benzerliği inanılmaz görünüyor. Yüz yıldan fazla bir süredir normal bir demokratik sisteme geçememenin, İttihatçılardan itibaren Türkçü ve İslamcı ideolojinin bu ülkenin altını oymaya devam etiğinin en somut örneği. Sanırım AKP’nin sonu da er geç İTT gibi olacak ama onun yerine geçecek olanlar da aynı kanalda var olmaya devam edeceklerdir.
Saf kötülük üzerine kurulu bir ideoloji ve onun sisteminden bu sonuçtan başka bir şey çıkmaz zaten. Tarifledikleri biçimiyle Türklük ve Müslümanlığın her ikisini yıkma ve yağma nitelikli bir ideolojiye dönüştürerek, son yüzyıldır da Kürt yağmasıyla hayatta kalmaktadırlar. Bu yağma sisteminde, çocuklarını yaşatmaya çalışan kadınları tek tek kollarından, saçlarından sürükleyecek kadar vahşi ve vicdansız bir kitle yaratmayı başarmış görünüyor olsa da kötülüğe karşı beyaz leçekliler vicdan süzgecini dolaştırmaya devam ediyorlar. AKP/Ergenekon ikisi de bu leçeklerin gücüyle düşeceklerdir bu gidişle.
Açlığınız açlığımızdır!
Ava Neşe KALP / Y. Özgür Politika