Dünya tarihi katliamlarla dolu. Neredeyse her gün her yere ilişkin bir katliamdan, bir kitlesel suçtan bahsedilebilir. Bu hafta, Maraş Katliamının yıl dönümü. 19 Aralık 1978’de başlayan 26 Aralığa kadar süren “olaylarda” resmi rakamlara göre sadece Alevi oldukları için öldürülen 120 insan, yakılan 200’ün üzerinde ev ve tahrip edilip yağmalanan 100’e yakın işyerinden bahsedilebilir.
Daha sonraki araştırmalar, bu katliamın, 1980 darbesine zemin hazırlamak için, egemen ülkelerden alınan onayla, istihbaratın ya da daha doğru ifadeyle devletin ilgili kollarınca hazırlanıp, ülkü ocaklarında planlandığı ortaya çıktı.
Hala suçluların cezalandırılmadığını söylememize gerek yok. Zira Ermeni Soykırımı, dersim katliamı, Kürtlere yönelik ve tüm diğer Türk olmayan etnisitelere yönelik katliam boyutuna ulaşan şiddetin sürekliliği; iktidarın isminin ve yönteminin değişse de şiddet ilkesinin devamlılığını gösterdiği için, böyle bir talebimizin olamayacağını da ortaya koymuş oluyor.
Bugün, kadınların neredeyse kitlesel olarak katledilmesi ile iş cinayetlerinde yitirilen canların sadece istatistik olarak varlığı bile, bu şiddetin sınıf, cinsiyet boyutunun en az, etnisite, din ve ırk boyutu kadar derin olduğunu aktarıyor bize.
Egemenlerin, kapitalistlerin ve iktidarını kaybetmek istemeyenlerin ırkçılığı ve cinsiyetçiliği hergün yaşadığımız bir durumun, gündelik hayattaki ayrımcılığın kaynağı. Türkiye gibi ülkelerde çok açıktan dile dökme haddine (veya hadsizliğine) sahip insanlar.
Durup dururken küfür olarak, sıradan konuşmalardaki benzetmelerde veya bir reklamda tereddüt etmeden söyleniveren kelimelerde bulursunuz ırkçılık ve kadın düşmanlığını. Daha demokrasinin ve insan haklarının gelişkin olduğu ülkelerde ise daha komplike gelişir.
İyiliklerin, acıma veya otantik görmenin altında gizli ırkçılık, birden solcu, anti faşist veya feminist arkadaşınızın ağzından akıl verme şeklinde dökülüverir: ve hatta sorar, “nasıl minnettar olmazsın, devletin verdiği haklara rağmen ayrımcılığa uğradığını nasıl iddia edersin?” …zaten o sizin duygusal tepki verdiğine en baştan ikna olmuştur.
İncelmiş ırkçılığı, aksanınız nedeniyle hergün karşılaştığınız “nerelisin” sorusunda bulmak mümkün yine, veya sürekli “ne kadar büyük zorluklar yaşadığınızı” anlatmanızı talep eden bakışlarda. Ortak mücadele etmenin yolunu ararken, bizlerin durumunun farklı olduğu da size hatırlatılabilir. Irkçılıkla ve sömürgecilikle mücadele eden halk hareketlerine de “emperyalizm ile anlaştıkları” sıkça ima edilir, ırk yokmuşçasına muhalefet yapmak daha kolay olabildiği için.
Fanon’un işaret ettiği gibi, ezilen ve sömürülen ırk, kendinden aşağı gördüğü bir başka etnisiteyi, “eski sahiplerinden” daha çok ezebilir. Irkçılık, hukuk aracılığıyla ve devletin çeşitli kademelerindeki insanlar tarafından onaylanıyor veya en azından ortadan kaldırılmaya çalışılmıyorsa da devletin egemenlik aracına dönüşür ve devleti de belirler.
Irkçılık, bir ırkın diğer ırklardan daha üstün olduğu fikrine dayandığı için, bir ülkenin tüm mülkleri ve birikim koşulları üzerindeki tahakkümünün de aracıdır. Bu açıdan en çok göçmenler ırkçılıktan (zenofobiden) nasibini alır.
Devletler, iktidar kurmanın aracı olarak şiddeti kullanır, hatta kapitalizmin geldiğimiz aşamasında buna daha da çok ihtiyaç duyar; zira bu sistem eşitsizlikler ve ayrışmalar yaratarak biriktirme üzerine kuruludur. Yani daha fazla zenginliğin oluşması için, daha çok yoksulun, sömürünün ortaya çıkması gereklidir.
Tam bu ortamda, bu kadar kadın kırımı ve ırkçılığın yükseldiği ortamda, Rojava bir umut olarak karşımızda duruyor. Toplumcu ve demokratik bir üretim ve yönetim anlayışı, cinsiyet eşitlikçi hukuk işletme iddiasıyla.
İslami, muhafazakar dinsel gerilimlerle kan gölüne dönen Ortadoğu’da, bir kadın devrimi Rojava. Rojava’yı savunmak, cinsiyetçilik ve ırkçılıkla mücadele etmenin de ilk şartı bugün.
Newra Akdemir / Politika