ARTI GERÇEK- Türkiye’de Alevilik ve Alevi inancı üzerinden yaşanan tartışmalar sürüyor. Devlet sistemi kendini Türk-İslam ve Sünni olarak kurguladı. Bunun dışında olanlar ise kendilerini öteki olarak gördüğü gibi, mevcut sistem de farklılıkları kapsayacak düzeyde değil. Osmanlı dönemi başta olmak üzere bu coğrafyada resmi devlet inancı dışında olanlar büyük trajediler yaşadı. Bu trajediler günümüze kadar devam etti. Dersim 1938, Maraş, Sivas, Malatya sadece bunlardan birkaçı. Tüm bu yaşananların yanı sıra, Kızılbaş karşıtı söylemler toplum içinde de yaygın olarak kullanıldı. “Kestikleri et yenmez” ve “Mum söndü” gibi kavramlar Alevi-Kızılbaşlar için aşağılama ifadeleri olarak kullanılıyor.
Hacettepe Üniversitesi, Tarih Bölümü Araştırma Görevlisi Dr. Yalçın Çakmak, Cuma günü Tarih Vakfı tarafından Ankara’da düzenlenen panelde konuştu. “II. Abdülhamid’in Kızılbaş/Alevi Siyaseti: Süreklilikler ve Kopuşlar” başlıklı konuşmasında Çakmak, Kızılbaşlık karşıtı söylemlerin kökeninin Osmanlı'ya kadar dayandığına dikkat çekti. Çakmak’ın anlattıkları tarihten günümüze Kızılbaşlık, devletin Kızılbaşlığa bakışı ile şekillenen hafızanın günümüze kadar nasıl taşındığını gözler önüne serer nitelikteydi. Dr. Yalçın Çakmak, Osmanlı'nın Kızılbaşlığa bakışı, Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail döneminde İdris-i Bitlis’in Kızılbaş-Alevilerin katledilmesindeki rolü, Kızılbaşlık karşıtı söylemlerin kökenine ilişkin Artı Gerçek’in sorularını yanıtladı.
“KIZILBAŞLAR OSMANLI DÖNEMİNDE ‘ŞER’ VE ‘KAFİR’ OLARAK GÖRÜLÜYORDU”
Sizin de bahsettiğiniz gibi "Alevilerin elinden kesileni yemezler" ifadesi Şafi Kürtlük üzerinden sürekli dile getirildi. Bu söylem özellikle Şeyh Sait ve Seyit Rıza diyaloğu üzerinden günümüzde de tartışılan bir konu. Bu söylemin gerçeklik payı nedir?
'Kızılbaşların elinden kesilen yenilmez' ifadesi yahut inancı, 16. yüzyıl Osmanlı-Safevi mücadelesi bağlamında Anadolu’da Kızılbaş denilen Safevi taraftarlarının aleyhine üretilen bir anti propaganda. Çünkü Kızılbaşlar devrin ulemasının nazarında ‘şer’ ve ‘kafir’ (teknik tabiriyle konuşursak küfr ü bidat’e ilhak eden bir mezheb-i küfr) olarak değerlendirilip, bunlarla mücadele etmek de Müslümanlara farz ve vacip kılınmıştır. Böylelikle de ‘kafir’ olarak görülen bu Kızılbaşlara karşı yapılan savaş cihattı. Dolayısıyla cihatta olduğu gibi öldürülmeleri caiz, malları, çocukları ve eşleri helal, kestikleri de leş olarak görülmekteydi.
SEYİT RIZA VE ŞEYH ŞERİF ELAZIĞ’DA GÖRÜŞTÜ
Günümüzde Seyit Rıza ile Şeyh Said arasında böyle bir diyaloğun geçtiğine dair yaygın bir inanç var. İddia şu ki Şeyh Said Seyit Rıza’dan destek istemek için Dersim'e gelmiş ve kendisine kesilen kurbanı da “bizler sizin elinizden kesileni yemeyiz” diye reddetmiş. Bu sözlü kültürde yer yer dile getirilen bir iddia. Ama benim bunun güvenirliği hususunda bir takım şerhlerim var. Bir kere Şeyh Said Dersim bölgesine yabancı biri değil. Buraya çok uzaktan gelmiyor. Dolayısıyla bir ağa olarak Seyit Rıza tarafından nasıl karşılanacağını biliyordu. O nedenle hem birinden yardım istemeye gelmek hem de elinden kesileni yemeyiz diyerek reddetmek mantıklı değil. Dolayısıyla böyle bir görüşmenin olup olmadığının güvenirliliği bir kere tartışmaya açık. Ama Seyit Rıza ile Şeyh Said’ten ziyade Cumhuriyet’in ilk mebuslarından olup, kendisi de Şeyh Said isyanına katılmaktan ötürü idam edilen Hasan Hayri Bey’in Elazığ Hüseynik’teki evinde Seyit Rıza ile Şeyh Şerif’in görüştüğü daha güçlü bir şekilde biliniyor. Burada böyle bir diyalog geçiyor fakat buna tepki sunan Şeyh Şerif’in kendisinden ziyade ikisi arasında tercümanlık yapan Şafi bir Kürdün kendisi. Buna rağmen günümüzde böyle bir inancın halen yer yer bazı Şafiler arasında söz konusu olduğunu biliyoruz. Bunun da yukarıda ifade ettiğim gibi Osmanlı politikası ve onun yereldeki dini önderler üzerinden Kürt toplumuna enjekte edilen bir yanının olduğunu düşünüyorum.
Kızılbaşlar başka neyle itham edildiler?
Birçok şeyle itham edildiler. Bunları doktora tezimde de toparladığım gibi şöyle sıralayabiliriz: Halifelere (Hz. Ali hariç) ve Hz. Ayşe'ye küfretmek; rafz (Safevî) âdetine göre aşure olmak; kadınların ziynet eşyalarına varıncaya kadar yardım toplayıp Safevîlere göndermek ve onlar lehine casusluk yapmak; bir tabiiyet ve kutsiyet belirtisi olarak paşmaktan su içmek; Müslümanlar için ‘Yezid’ tabiri kullanmak; geceleri toplanıp, birbirlerinin eş ve kızlarını tasarruf etmek; hırsızlık; namaz ve oruç bilmemek; çocuklarına Ebubekir, Ömer ve Osman isimleri vermemekle birlikte bu halifelere düşmanlık beslemek; çocuklarına Kızılbaş adları verme; peygamberin sünnetini hafife alıp, alay etmek; Safevî şahlarından çizme ve esbap getirip birbirleri arasında gezdirerek, ziyaret etmek; namazı terk edip, namaz ve oruç bilmemek; gece-gündüz saz ve sözle meşgul olmak; peygamber, ilk üç halife ve sahabeye küfür ederek, kin ve düşmanlık beslemenin yanı sıra Müslümanlara karşı da ihanet ve düşmanlık içerisinde olmak; Müslümanların mallarını çalmak, yağmalamak ve kadınlarına tecavüz etmek; içki içmek; sahte para basmak; Tanrı'nın haram kıldıklarını helal olarak görmek; Kur’ân-ı Kerim'i ateşe atmak veya köpeklerin karnını yararak oraya koymak yahut boyunlarına asmak; Kur’ân ve Şer'iat kitaplarını tahrip etmek; mescidleri yıkıp, kendi reislerine tapmaları; ensest ve ahlak yoksunluğu ile Şah İsmail’e aşırı sevgi gibi.
OSMANLI KIZILBAŞLARI KIZILIRMAK’TA BOĞDURTUYORDU
"Alevilerin elinden kesileni yemezler" ifadesinin 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı resmi öğretisinin Kızılbaşlık karşıtı bir propagandası olduğunu ifade ettiniz. Osmanlı Kızılbaşlık karşıtı propagandası kapsamında ne tür çalışma yapmıştır? Birkaç örnek verme durumunuz var mı?
Bunların belli başlıları hapis, sürgün, idam, “yakma” ve suçsuz olsalar da bir bahanesinin bulunarak Kızılırmak’ta boğulmalarıydı. Tabii bir de daha naif bir yöntem olarak bu topluluklar ile aynı sosyal ve kültürel tabana sahip Bektaşiliği araçsallaştırmak gelmekteydi.
DEVLET KIZILBAŞLIĞA KARŞI BEKTAŞİLİĞİ KUSUMSALLAŞTIRDI
Bektaşiler de Alevi değil mi? Neden Osmanlı ile birlikte hareket ediyorlar?
Bu çok komplike bir mesele. 16. yüzyıl için konuşursak, devletin özellikle de Safevilere ve Anadolu’daki Kızılbaşlığa karşı Bektaşiliğin kurumsallaştırılmasında etkili olduğu ve tarikatın Babagan kolunu kullanmak istediği görülüyor. Fakat bunda ne kadar başarılı olduğu ayrı bir tartışma konusu. Zira Osmanlı'nın isteğinin aksine, bazı Bektaşi dergahları Osmanlı karşıtı isyanlarda bir hareket noktası olarak kullanıldı ve devletin takibine uğrayan Kızılbaşlar takiye yaparak bu dergahlara sığındı. Fakat bütün bunlara rağmen Bektaşilik 1826 yılına değin özelde Kızılbaşlar genelde ise Osmanlı karşıtı muhalif unsurların kontrolü için devletin kontrol ve nötralizasyon siyasetinde kullanılmak istendi. Fakat Bektaşilik 1826’da yasaklanırken kullanılan tabirlerden biri de güruh-u Alevi olmaları şekilde dile getirildi.
19. yüzyılda Türk Sünniler arasında da Kızılbaşların elinden kesilenin yenilmeyeceğine ilişkin bir inancın olduğunu belirtmiştiniz. Bu tespit bize neyi gösteriyor?
Evet böyle bir inanç söz konusu. Bu nedenle bunu sadece Şafi Kürtlere mal etmek doğru değil. Zira Kızılbaşların elinden kesilenin “leş” olduğunu ifade eden bir devlet söylemi bu propagandayı sadece Şafi Kürtler içerisinde gerçekleştirmedi ki! Yani sadece kesileni de bırakın, elinden pişirilenin de hiçbir şekilde yenilmemesi var. II. Abdülhamid döneminde Kızılbaşlara dair kaleme alınan bir raporda Kızılbaşların, evlerine gelen Sünnilere bir tavuğu kesmeden önce boğarak murdar ettikleri ve pişirdikleri yemeğe de tükürüp kirlettikleri ifade ediliyor. Bu da bize böyle bir inanca sadece Şafi Kürtlerin değil Türk-Sünni-Hanefilerin de sahip olduğunu göstermekte.
KIRK BİN KIZILBAŞ KATLEDİLDİ
Tarihi belgelerde, Kürt Şafilerde Kızılbaşlık-Alevilik karşıtı söylemlere ve eylemlere denk geldiniz mi? Varsa birkaç örnek verebilir misiniz?
Doğrusunu söylemek gerekirse bahsettiklerim Türk ve Kürdüyle mezhep farkı göstermeksizin bütün Sünniler için geçerli. 16. yüzyılda özellikle de İdris-i Bitlisi’nin Selimşahnamesi’nde bu tür örneklere çok rast gelinir. Ama yakın tarihte Vural Genç tarafından İdris-i Bitlisi üzerine gerçekleştirilen ufuk açıcı doktora tezinde iki İdris-i Bitlisi görüyoruz: Osmanlı resmi tarihçisi İdris-i Bitlisi ve diğer yandan ise Mekke’de Şah İsmail’e yazdıklarından Şii bir üslup kullandığı anlaşılan İdris-i Bitlisi. Arzu edenler bu hususla ilgili ön bilgiyi Kürt Tarihi ve Siyasetinden Portreler başlıklı İletişim Yayınları’ndan çıkacak olan çalışmamızdan edinebilir. Ama dediğim gibi Selimşahname‘de Kızılbaşlık karşıtı bir söylem olmakla beraber, Safeviler aleyhine de çok bilgi var. İdris-i Bitlisi kırk bin Kızılbaşın katledildiğini ilk ifade eden kişi. Ama aynı Bitlisi eserinde Safevilerin de Şafi Kürtleri katlettiğini ifade eder. Dolayısıyla bir esere nereden, nasıl ve hangi motivasyonla baktığınız çok önemli.
Şafi Kürtler ile ilgili olarak daha çok 19. yüzyılda Doğu’da faaliyetlerde bulunan Batılı-Avrupalılara ait kaynaklarda bilgi var. Bu da doğrudan Şafilikten ziyade buralarda yaşayan Kızılbaş Kürt ve Zazalara karşı civarlarındaki Sünnilerin (Kürtlerin) bakış açısını yansıtan olumsuz örnekler.
Bu kırk bin Kızılbaşı İdris-i Bitlisi mi katletti?
Hayır! Yavuz Sultan Selim o henüz Mekke’deyken tahta geçiyor. Sonrasındaysa İdris-i Bitlisi’yi Safevilere karşı Kürt ümerasıyla görüşmek üzere çağırır. Zira gelememezlik edemez çünkü ailesi sarayda “rehine”. Zaten eserinde de ifade ettiği üzere, kendisi gittiğinde Yavuz Sultan Selim Osmanlı içindeki Kızılbaşları defter edip, öldürtmüştü. Tabii bunun anlatıldığı gibi kırk bin kadar olup olmadığına dair kesin bir bilgide bulunmak zor.
Bu katliamda Kürt coğrafyasında Yavuz’un emriyle ne kadar Kızılbaş, Şafi Kürtler tarafından öldürülüyor?
Şimdi bir kere şunu ifade etmek lazım. Sonradan “Kürdistan” olarak adlandırılacak bu coğrafya Osmanlı toprağı değil ki, Yavuz Selim buralarda yerel yöneticilere fermanlar göndererek katliamlar gerçekleştirsin. Bu nedenle bahsedilen katliamda katledilen Kızılbaşlar daha çok Osmanlı hükümdarlığındaki Orta Anadolu bölgesinde yaşayanlardı.
OSMANLI, ŞAH İSMAİL VE KÜRT BEYLERİ
İdris-i Bitlisi denilmişken, bugün önde gelen bazı Kürt siyasetçileri ondan “hain” olarak bahsediyor. Gerekçesi de Kürtleri Osmanlı Devleti’ne bağlaması. Buna dair ne dersiniz?
Ben buna katılmıyorum. En azından o dönemin koşulları ve Kürtler arasındaki yerel ilişkiler göz önünde bulundurularak böyle bir değerlendirme yapılması en basit ifadesiyle bugünün değer yargılarıyla tarihi kasmaktır. Evet Yavuz Sultan Selim’in İdris-i Bitlisi’ye boş fermanlar vererek Kürt ümerasını Osmanlı Devleti’ne bağlama girişimleri oldu. Bu doğru. Fakat bir de Kürtlerin neden buna teşne olduklarını sorgulamak lazım.
ŞAH İSMAİL TÜRKMEN BEYLERİNİ YÖNETİCİ ATADI
Bir de Kürtler 16. yüzyılda Osmanlı Devleti'nin tabiiyeti altına girdikten sonra her daim Osmanlı’nın yanında yer almadılar. Kürtler bu süre zarfında tamamen pragmatist davrandı. Hatta bir dönem Osmanlı’nın yanında yer alan Kürt beyleri, devlet ellerinden yönetim hakkını alınca Safevilerle işbirliği de yaptı. Şah İsmail karşısında tutum takınmalarının nedenlerinin başında ise İsmail’in onların iradesini hiçe sayarak kendine bağlı Türkmen beylerini yönetici olarak ataması gelmekteydi.
Bakınız bir örnek vereyim. Şemseddin Han’ın oğlu Şerefname’nin yazarı Şerefhan. Dedesinin adı da Şerefhan’dır. Dedesi başlangıçta Yavuz ile Şah İsmail arasındaki mücadelede Osmanlı’nın yanında yer alır. Fakat sonrasında Osmanlı ile arası bozulur ve İsmail’in oğlu Tahmasb’ın yanına sığınır. Devam eden süreçte torunu Şerefname yazarı Şerefhan, Safevilerin Nahçıvan beyi olur. Osmanlı onu kazanmak için sürekli yazışır ve Bitlis’i vermeleri şartıyla, çıkarları gereği Osmanlı'nın yanında yer alır. Kitabını da zaten 3. Mehmet’e ithaf etmiştir. Fakat gelin görün ki bu kişi de Osmanlı'nın Van Beylerbeyi Zalim Ahmet Paşa tarafından öldürülür. Bu nedenle gerek İdris-i Bitlisi’nin Selimşahname’si, gerekse de Şerefhan’ın Şerefnamesi tamamen bu tarihsel bağlam ve koşullar göz önünde bulundurularak yeniden değerlendirilmeli. Zira her iki eserin de söyledikleri kadar söylemedikleri ya da söyleyemedikleri bağlamında iç kritiğe tutulup, değerlendirilmesi elzem.
Kürt Alevi ve Kürt Sünni-Şafi kesimin inanç üzerinden bir birine karşıt olduğu ortada. Etnik olarak aynı dili konuşmuş olsalar bile (Zaza Alevi-Sünni-Şafi/ Kurmanc Alevi-Sünni-Şafi) inancın kimliğin önüne geçtiğine tanık oluyoruz. Sizce bu ayrışmada, Osmanlı’dan günümüze uygulanan Kızılbaşlık karşıtlığı politikasının etkisi var mı?
Kesinlikle var. Bunu sadece Kürt entitesi bağlamında da düşünmeyin. Aynı dili konuşan Türk Sünniler ile Türk Kızılbaşlar için de benzer bir durum geçerli.
Gelelim bugüne. Genelde Alevilik özelde ise Dersim Alevilerinin bir takım tepki ve talepleri söz konusu. Devlet bu hususta Osmanlı'dan günümüze nasıl bir siyaset yürüttü?
Türkiye’de demokrasi açısından ciddi bir eşikten geçiyoruz. Barış Süreci bu bakımdan birçok konunun tartışılmasını beraberinde getirdi. Özellikle de Dersim bağlamında dönemin başbakanı R. Tayyip Erdoğan’ın ifade ettikleri ve devleti bir yüzleşme sürecine davet etmesi çok önemliydi. Fakat ne yazık ki şimdi mevsim çok değişti! Bu hep böyle kalacağı anlamına gelmiyor. Çünkü Türkiye klasik anlamda bir doğu ülkesi değil. Ortadoğudaki “otoriter laiklik” uygulamaları ve inşasına örnek teşkil eden bir ülke. Bu tarihi bir anda yok saymak ya da silmek mümkün değil. Bunları uzun uzadıya burada izaha kalkışmak istemiyorum.
DERSİM 3K İÇİNDE: KÜRT, KIZILBAŞ, KOMÜNİST
Ama Dersim’in gerek Osmanlı gerekse Türkiye Cumhuriyeti açısından önemli bir yeri ve tarihi oldu. Bunu “Dersim 3K içinde: Kürt, Kızılbaş, Komünist” başlıklı makalemde özet olarak ifade etmeye çalışmıştım. Üniter ve de bir ulus devlet olarak devletin Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Dersim’e bakışı malum. Bunun en büyük kırılmasını 38 Dersim Katliamı’nda gördük. Bugün doğrudan böyle bir durum söz konusu olmasa da devletin uluslararası dengeleri de göz önünde bulundurarak Dersim’e dair özel bir ajandasının olduğu muhakkak. Olmaması da zaten “absürt” olurdu. Devletin doğası zaten böyle bir şey. Mesele yapısal bir sorun aynı zamanda. O nedenle Dersim ve insanı nezdinde üst kimlik olarak Aleviliğin çok iyi farkında. Dolayısıyla siyaseten bir takım girişimleri oldu ve olacak da. Bu ocaklar ya da başka bir şey olur… Bütün Aleviler gibi Dersimliler de inançları gereği bir takım hassasiyetlere sahip. Haksızlar mı? Değiller tabii ki. Cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması kadar, buraların yönetim ve kontrolünün de kendi ellerinde olmasını istiyorlar. Devlet bizi tanımlamasın istiyorlar. Çeşitliliğimize müdahale etmesin istiyorlar… Devlet bütün inançlar karşısında şeffaf ve tarafsız olsun istiyorlar. Peki bu talep uyarınca, devletin bütün inançlara karşı şeffaf ve de tarafsız davranması günümüzde mümkün mü? Tarih ve görünen olmadığını gösteriyor. Zira Diyanet gibi bir kurumun Cumhuriyetle birlikte inşası Alevilerden ziyade daha çok Sünniliğin kontrolüne yönelik. Belki de bir kısım Alevinin Cumhuriyet yönetimine sundukları desteğin arkasında bu yasağın getirdiği motivasyonun etkisi de vardı. Yani “biz zaten Osmanlı’da çok zulümler ve sıkıntılar çektik. Ama en azından bugün ki Cumhuriyet bunu Sünnilere de pay etti” diyerek farklı bir algı süreci işlemiş olabilir.
CUMHURİYETİN KURUCU KADROSU II. ABDÜLHAMİD'İN OKULLARINDA OKUDU
Dersim diyoruz. Osmanlı’nın nazarında ve doğrudan belgelere de yansıdığı gibi bölge ve halkı; “insanlıktan nasibini almamış”, “barbar”, sürekli “şekavet ve cehalet içerisinde olan" , “Anadolu’nun kalbgahında bir çıban başı, sivilce ve leke”dir. Hatta insan ciğeri yiyen bir topluluk olarak resmedildiği belgelerde mevcuttur. Bu nedenle dönemin önde gelen bürokratlarından Ahmet Cevdet Paşa, II. Abdülhamid’e sunduğu bir arzda Dersim’den “eşkıya yuvası” ve birçok caninin kaçarak kurtulduğu bir yer olarak bahsetmiştir. Bu söylem Cumhuriyet dönemine de intikal etti. M. Kemal’in katliam öncesi birebir bu ifadeleri kullandığı aşikardır. Neden mi? Çünkü Cumhuriyetin kurucu kadrosu, söz konusu ifadelerin üretildiği II. Abdülhamid’in okullarında okudu ve sonrasının Osmanlısı'nda bürokratik ve askeri görevler yürüttü. Yani burada Osmanlı'dan Cumhuriyete bir sürekliliğin söz konusu olduğu görülmektedir.
CEMEVLERİNE YASAL STATÜ TARTIŞMASI
Müdahale demişken bugün Cemevlerinin yasal statüsü hususunda ayak diremek ve dedelere maaş bağlanması sizce doğru mu? Çünkü bazı Aleviler dedelere maaş bağlanması hususunda beyanlarda bulundu. Buna dair ne demek istersiniz?
Müsaadenizle bu yazılı mülakata bir bir duygu belirtisi olarak “tebessümümü” bırakayım! En azından okuyucunun bunu hissetmesini isterim. Bakınız benim Cemevleri ve kurumsallaşma hususunda belirli endişelerim başından itibaren vardı. Yani kavramsal olarak konuşursak “kurumsallaşmanın”, hele ki günümüzün koşullarında ve modern devletin doğası uyarınca, yıkıcı tahribatlara da neden olabilme ihtimali söz konusu. Bunu sadece dışarıdan müdahaleler olarak düşünmeyin, bizzat Aleviler içinde de birbirleri arasında problemler doğurabileceğini söyleyebilirim. Belki de böyle örnekler de vardır. Günümüzde Alevilik daha çok Sünni İslam refleksleri üzerinden siyasal talepler eksenli dile getirildiği için bazı iç tartışmalar ıska geçiliyor. Düşününki eskiden “geleneksel Alevilikte” inancın kriterleri ve yerel dinamiklerle yaşatılması kendi doğallığında üç aşağı beş yukarı net bir şekilde belliydi. Bugün aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. Öyle ki bugün geleneksel Alevilik üzerinden bir değerlendirmeye gitsek ortada çok az bir Alevi buluruz. Ama özellikle ve ne yazık ki Aleviler arasında bazen sosyal medyadan birbirlerine yönelik çok büyük üslupsuzluklar söz konusu. Dikkatinizi çekmek isterim tartışma değil, üslup üzerinden dile getirilen bir ötekileştirilme var: Alili Alevilik, Alisiz Alevilik, Alevilik İslam içi mi, İslam dışı mı, yoksa tam o çizginin üzerinde mi, Alevinin Kürdü olur mu-olmaz mı diyerek taraflar birbirlerini çok hırpalamakta ve incitmekte. Tabii burada angaje olunan siyasal ideolojilerin etkisini de göz ardı etmemek lazım.
DEDELERE MAAŞ BAĞLANMASINI İLK II. ABDULHAMİD DENEDİ
Maaş konusuna gelirsek. Bu da yeni bir şey değil ki. Bunun da kökleri II. Abdülhamid dönemine uzanıyor. O dönem Kızılbaş-Alevi dedeleri devletin özel bir nefretini çektiği kadar bunlardan faydalanarak, topluluğun tashih-i itikadı yani inançlarının düzeltilmesi (bugünün terimiyle asimilasyonu) için maaşa bağlanma politikaları da söz konusuydu.
Geçtiğimiz günlerde Dersim’de bir Uluslararası Sarı Saltık Çalıştayı düzenlendi. Sizin de bu hususta basına yansıyan bir röportajınız oldu. Sizce bu çalışmalar, devletin genelde Aleviler özelde ise Dersimlilere yönelik bilinçli bir siyasetinin sonucu mu?
Yukarıda ifade ettiğim gibi devlet bu tür çalışmaları farklı kurumlarıyla elbette yapmak ister. Açık olmak gerekirse böylesine bir bölgede üniversite dışında “bilimsellik” adı altında bu tür etkinliklerin yapılması insanların tepkisini çekiyor. Geçmişte birtakım hata ve yanlışlarıyla Tunceli Üniversite’sinde bu tür verimli sempozyumların gerçekleştirildiğini gördük. Gerek Türkiye gerekse Türkiye dışından gelen akademisyenlerin katılımıyla birçok konu halka açık bir şekilde mercek altına alındı. Hatta 2015 yılında, üniversitenin şimdiki rektörü Ubeyde İpek’in Tunceli Belediyesi’nin de yardımlarıyla iki günlük bir etkinlik düzenleme teşebbüsü olmuştu. Bu da halkı temsilen belediye ile girişilen bir işbirliği çerçevesinde olumlu karşılanmıştı. Bunlar güzel gelişmelerdi. Fakat etkinliğin düzenleneceği gün merkezde meydana gelen karakol saldırısı gerçekleştirilmesini engelledi.
SARI SALTIK ÇALIŞTAYINA DERSİMLİLER KATILDI MI?
Sarı Saltık çalıştayına dönersek. Benim burada asıl olarak merak ettiğim şey, gerçekleştirilen bu çalıştayın içeriğinin ne olduğu? Bir çalıştay mıydı, neydi? Bu sorular hala cevaplanmadı. Okuduğumuz ve gördüğümüz kadarıyla Tunceli Valiliği’nin de burada bir dahli söz konusu. Bundan ötürü ilgi çekici bir şey söylemek istiyorum ve de sormak istiyorum: Acaba bu etkinliğe dışarıdan gelen katılımcılar ve yerel bürokrasinin dışında yerel halktan ne kadar kişi katıldı? Videolar böyle bir katılımın olmadığını gösteriyor. Bu da yetmezmiş gibi bir sürü de tepkiyle karşılandı. Bu tepkilerde açılışta Kur’an okunması, bazı konuşmacıların üslubu ve niyetleri tartışmaya açıldı. Benim kanaatim burada Vali’yi de aşan bir takım manipülasyonların olduğu yönünde!