Yazar ve Müzisyen Hasan Sağlam’ın Totem Yayınevi’nden 2015 yılında çıkardığı ilk kitabı ‘Yasak Mıntıkanın Çocukları’ kitabının devamı olan ‘Toprağına Tutunanlar’ geçtiğimiz Eylül ayında okuyucu ile buluştu.
Kitap, Dersim katliamı sonrası sağ kalanların vagonlara bindirilip bilmedikleri diyarlara sürgüne yollanmalarını, yıllar sonra tekrar topraklarına geri dönerek köklerine tutunmayı insan hikayeleri ile anlatıyor. Yazar tertele, sürgün ve geri dönüşü insan hikayeleri ile ete kemiğe büründürerek karşımıza çıkarıyor. Kitaptaki kurgu ve dil okuyucuyu sıkmadan, olanları akıcı bir dille anlatarak soykırım sonrasına ışık tutuyor.
Dersimliler için sürgün, savaş, ölüm, yoksulluk, devlet otoritesi bilince nasıl işlemişse ‘Postal izleri’nin derin acısı ve sancısı da öyle işlemiştir. Kitapta herkesin bildiği ama konuşmaya cesaret edemediği ya da konuşursa, anlatılırsa ‘Kötü kaderlerinin çocuklarına geçeceği’ korkusu adeta insan hikayelerinde yeniden canlanıyor. Xece’nin sağır ve dilsiz kızı Sultan karakteri okuyucuyu adeta sarmalıyor. Tek gözü Kör Ela Lukê (Elê kore) cesur karakteri ile umut verirken; Dılağa’nın mizahi yönü ise acıyla harmanlanarak, dudağınızın kenarında sıcak bir tebessüme dönüyor.
Hasan Sağlam, tertele ve tertele sonrası yaşananları kaleme aldığı, ‘Toprağına Tutunanlar’ kitabına ilişkin Yeni Özgür Politika'nın sorularını cevapladı.
Kitaplarınız okuyucuya bir film sahnesinin içindeymişsiniz hissi uyandırıyor. Kitaptaki karakterler bir hayal ürünü mü, yoksa gerçek mi?
Evet başlangıçta gerçektende bu bir senaryo çalışmasıydı. 40’lı yaşlarımda ‘Yasak Mıntıkanın Çocukları’ kitabını bir film olarak düşünmüştüm. Çocukluğumda anlatılanları bir çocuk duyarlılığıyla biriktirdim. Ben çok iyi dinleyiciydim. Dolayısıyla o konuşulan acılar, sancılara; her ne kadar bazılarını saklasalar da, sessizce kendi aralarında konuşsalar da, bir kulak dolgunluğum vardı. Tüm bu birikimleri bir film olarak başta düşündüm. Dünyada yaşanan hiçbir soykırımı, yazarak anlatamazsınız. Bende böyle bir acıyı filmleştirmek istedim fakat süreç beni de farklı yere savurunca, ben de anlatmak istediklerimi kitaplaştırmaya karar verdim. Ben bunu hep bir anektodla anlatırım. “Sanatçılar ve siyasetçiler yalan söyler. Siyasetçiler gerçeği çarpıtmak için yalan söylerler, sanatçılar ise gerçeği anlatmak için yalan söylerler.” Buradaki yalan da gerçeği anlatmak içindir.
Örneğin, yedi kişilik bir ailenin dilsiz sağır kızı Sultan karakterinden söz etmek istiyorum. Bu aile kendilerini birden askeri saldırının içinde buluyor. Aslında Kirmanckî’de savaş diye bir kelime yok. Daha doğrusu savaşın kendisi yok. Ama dilsiz sağır Sultan olanlara anlam veremiyor. Annesi ona olan biteni el işaretleriyle anlatmaya çalışıyor. Ailesi ile dağlara sığınan, eve gidemeyen Sultan’ın dünyasında savaş, ölüm ve acı, kaçtıkları dağlarda yaşadıkları sürgün yılları dünyasında derin acılara yol açıyor. Anlam veremediği savaşın yarattığı acılar peşini hiç bırakmıyor. 7 yıl sürgünde kaldıktan sonra bu insanlar topraklarına dönüyor fakat onlara “Sizin topraklarınız iskana açılmadı, hala yasaklı mıntıka. O nedenle gidemezsiniz” deniyor. Ve o insanlar sürgünlüğü bir de kendi topraklarında, Dersim’in içinde yaşıyorlar. Tam 15 yıl sonra kendi köylerine, topraklarına kavuşuyorlar.
Tertelede insanlar katlediliyor, toplu kıyımdan geçiriliyor, kadınlar tecavüze uğruyor. Bir de sürgün yollarında vagonlarda yaşanan dramlar var. Vagonlarda bile tecavüze uğrayan genç kızlar, kadınlar var. Dersimliler yollarda çocuklarını, eşlerini kaybediyorlar. Kadınların, erkeklerin saçları sıfıra vuruluyor. Günlerce aç, susuz kalıyorlar, utançlarından tuvalete bile çıkamıyorlar.
Kitapta anlattığınız Memik kim?
Memik eşiyle bir vagona bindiriliyor. Fakat yolda tren bir yerde durunca, yaşanan kargaşada Memik karısını kaybediyor. Yıllar sonra Dersim’e dönüyor ve tüccarlık yapmaya başlıyor. Köyleri dolaşırken, akşam bir eve misafir oluyor. Bakıyor bir kadın ateşin başında ekmek pişiriyor. Kadınla göz göze geliyor, kadın yüzünü tülbenti ile kapatıyor ve bakıyor ki kadın, sürgün yollarında kaybettiği karısı. Ve ikisi de tek bir kelime etmeden kendi yaşamına dönüyor.
Dolayısıyla Dersim soykırımını/terteleyi anlatmak çok zor. Ben de anlatmak istediklerimi karakterlerle, onların hayat hikayelerinden yola çıkarak anlatmaya çalıştım.
Kitapta acıyla gülmeyi yumuşak bir geçişle Dılağa karakterinde buluşturmuşsunuz. Dılağa, pek de yabancı olmadığımız bir karakter. Kimdir Dılağa, bu karakterde bir hayal ürünü?
Her iki kitapta da gerçekten Dılağa karakteri öne çıktı. Bu karakter annemin amcası, yani gerçek bir karakter. Gerçektende o dönem Dersim ağası. Fakat Dersim’deki ağalar öyle marabasını ezen ağalar değildi. Tam tersi marabasını gücü gereği korumakla yükümlü hissederlerdi. Dılağa her şeyi çok abartan, abartırken de tüm acıya inat insanları güldürebilen bir karakter. Örneğin öyle anlatır ki, Mustafa Kemal’in o dönem kendisini yaraladığını, hatta 38 Dersim soykırımının kendisi yüzünden olduğunu söyler. Ben o dönemde acılar içinde bile, trajikomik şeylerin yaşandığını anlatmaya çalıştım.
Örneğin; sürgüne gidenler döndüklerinde, sürgünde kaldıkları yörenin şivesiyle öğrendikleri Türkçe ile dönüyorlar. Denizli, Sinop, Bilecik, Yozgat yöresinden dönenleri bir düşünün. O yörenin Türkçesiyle dönüyorlar ve döndüklerinde birbiriyle konuşurken kimsenin birbirini anlamadığı bir Türkçe konuşuyorlar. Sadece anadillerinde konuşunca birbirini anlıyorlar. Bunu anlatmak istedim. O dönem örneğin Sinop’tan sürgün dönmüşse Sinoplu, Yozgat’tan dönmüşse Yozgatlı gibi lakaplarla seslenirlerdi insanlar birbirine.
Dersim tertelesini anlatırken bir kahramanlık destanı yazmadan, o dönemki ihaneti ve zaafları da gözler önüne serdiğiniz dikkat çekiyor. Bunu özellikle mi tercih ettiniz?
En büyük ihanetler o dönem yaşandı. Kardeşler bile birbirine ihanet eti. Devlet eliyle iç ihanet büyütüldü, beslendi. Bir kahramanlık hikayesi çıkarmak bize uygun değil. Tertele ile tertele sonrasında yaşanan iç ihanetler, bizim acılarımız kadar gerçektir. Tarih yazanlar hep kahramanlık üzerine başka bir tarih yarattılar. Devlet destekli yazılmış tarihlerde buna sık rastlanır.
Kitabınız okuyucuda hikayenin devam ettiği hissini veriyor. ‘Toprağına Tutunanlar’ kitabınızın devamı olacak mı?
‘Yasak Mıntıkanın Çocukları’ kitabını kim okuduysa “muhakkak ikincisi olmalı” dedi. Bizde ilk kitabı, üç cilt yapmaya karar verdik. O nedenle okuyucuya böyle bir duygu vermişsek bu çok doğru. Buradan şunu söyleyeyim, evet üçüncüsü geliyor. ‘Toprağına Tutunanlar’da insanlar nasıl toprağına dönmek istediyse, üçüncü kitapta da Dersimliler, toprağına tutunmaya ve köklerine sarılmaya devam edecek.
Peki okuyucuyu üçüncü kitapta ne bekliyor? Mesela Sultan’a ne olacak?
Evet 12 Eylül bitmiş olacak. Sultan yaşlı bir kadındır artık. Dersim ormanları yakılıp yıkılıyor ve köyler boşaltılmaya başlanıyor. 1990 yıllardan sonrada gerillalar olacak. Bu kitapta yaşanan acılar bitmemiş, hayat başka acılara gebe olacak.
O döneme ışık tutan kılamlar, ağıtlar dışında, neden az sayıda kitap yazılmış, film çekilmiş. Dersimli gençler geçmişine yabancı mı?
O dönem tertele için şu söylenirdi: ’38 ra raver, ’38 ra tepiya’ yani, ’38 öncesi ve 38 sonrası’. Dersimliler hiçbir zaman yaşadıklarını çocuklarına anlatamadı. Bunun birçok sebebi var. Bunlardan biri de anlatılırsa çocukların düşmanına karşı savaşıp başkaldıracağı ve aynı şeyin tekrar çocuklarının yaşayacağı endişesi. Yani bir unutma, unutturma psikolojisi ve bu yolla çocuklarını koruma güdüsü var. Evet geçmişimize, tarihimize ve acılarımıza ışık tutan kılamlardır. Bunlar tek başına yeterli değil. Özellikle bugünkü koşullarda görsel dökümanların yapılması çok önemlidir. Belgesel filmi birkaç arkadaşımız denedi ama tabi yeterli değil.
Aslında ben, müzik hayatımla beraber yazmaya başladım. 1998 yılında bir gazeteye yazıyordum. Ama yazma eylemi hep geride kaldı. Daha çok müzisyen yönüm ön plana çıktı. Belki de bunun nedeni müzik daha çok piyasa bulan bir alan. Tertele ile ilgili çok insan yazdı. Bazı arkadaşlarımız bir kahramanlık çıkardılar. Bazıları sadece kronolojik olarak bir tarih yazdılar. Birçoğu da tertele ve sürgüne kadar olan kısmı yazdı. Sürgünden dönüşler hiç yazılmamış, en azından ben denk gelmedim. Dersim’i Dersimliler dışında yazanlarda oldu. Bu yazıların bir çoğu Kemalist yazılardı. Bir çoğuda terteleyi veya Dersim’i çok politize etme tarzında yazılardı. Ben terteleyi ve tertele sonrasını yazmaya çalıştım. Evet bir kahramanlık vardı ama aynı zamanda da bir ihanet vardı. Örneği Alişer’i ve Zarife’yi vuran adam Alişer’in kirvesidir. Benim yazdıklarımda elbette eksik. Yazmak gerekiyor.
Okurdan birçok tepki aldım. Hepsi de olumlu tepkilerdi. Birçok insan kitabı ağlayarak okuduklarını, ellerinden attıklarını sonra tekrar dayanamayıp okudukları söyledi. Özellikle cezaevinden olumlu tepkiler geldi. Beni birazda motive eden cezaevindeki okurlarım oldu.