Yazar Nesimi Aday, Modernitede, “Rıza Şehri ütopyası ve ahlaki toplum örneği olarak Aleviler” başlığıyla bir yazı kaleme aldı.
İmam Cafer’in, Tomasso Campanella’nın ‘’Güneş Ülkesi’’ ile Thomas More’un ünlü Ütopya eserinden yaklaşık 750 yıl önce düşünsel ütopyası Rıza Şehri’ni yazdığını belirten Aday, İmam Caferi’nin, “Sınıfların ve sömürünün olmadığı, ortak mülkiyetin toplumsallaştığı, güzel ahlakın kurumsallaştığı bir yeryüzü cennetini tasvir eden Caferi Sadık ne yazık ki More’un ulaştığı üne ve entelektüel itibara kavuşamadan, ama onun da akıbetine benzeyen bir son ile diğer Ehli Beyit ‘canları’ gibi katledildiğini hatırlattı.
Yazar Nesimi Aday, Aleviliği anlattığı yazısında, yer yer diğer inançlarla karşılaştırma da yaparak, Alevilik inanç felsefesinin gönüllülük ve akıl üzerine bina edildiğini kaydetti.
Aday yazısında, “Alevilik din insanları üzerine kurulu bir yol da değildir. Alevilik talip üzerine kurulu bir Yol’dur. Aleviliğin kaynağı Ocaklardır. Ocak, dede ve talip birlikteliğine dayanan sosyal bir yapıdır. Dede ve talip neredeyse Ocak da oradadır” vurgusunu yaptı.
İşte Nesimi Aday’ın kaleme aldığı yazının tamamı:
İmam Ali’nin torunlarından Caferi Sadık 8 Aralık 765’te, Abbasi Halifesi Ebu Cafer el‐Mansur tarafından zehirlenmeden önce, ütopik bir şehir ve düzen önermesinde bulunmuştu.
İmam Cafer, Tomasso Campanella’nın ‘’Güneş Ülkesi’’ ile Thomas More’un ünlü Ütopya eserinden yaklaşık 750 yıl önce düşünsel ütopyası Rıza Şehri’ni yazmıştı.
Sınıfların ve sömürünün olmadığı, ortak mülkiyetin toplumsallaştığı, güzel ahlakın kurumsallaştığı bir yeryüzü cennetini tasvir eden Caferi Sadık ne yazık ki More’un ulaştığı üne ve entelektüel itibara kavuşamadan, ama onun da akıbetine benzeyen bir son ile diğer Ehli Beyit ‘canları’ gibi katledilmişti.
RIZA ŞEHRİ’NDE BİR SÛFÎ
Cafer Sadık, Rıza Şehri isimli ütopik kent devletini “Buyruk’’ isimli kitabında özetle şöyle anlatır:
‘Bir zamanlar bir sûfi dünyaya seyahate çıkar. Bir gün yolu, bir şehre düşer. Bu şehir, şimdiye kadar gördüklerinden farklıdır. Sabah herkes işine gücüne gitmekte, sessizlik içinde yaşam sürmektedir. Şehrin alışılmamış bir düzeni vardır. Sûfi bu düzeni görünce şaşar kalır. Öyle ki yaklaşıp birine bir şey sormaya cesaret edemez. Karnı acıkınca bir fırına girer, parayla ekmek satın almak ister. Fırıncı hayretle paraya bakar. ‘Nedir bu? Biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik. Anlaşılan sen rıza şehrinden değilsin? Sen dünyalı olmalısın’ der.
Sûfi sonra bir kadınla tanışır. Onunla buluşmaya giderken, bir nar bahçesinden bir çok nar koparır ve aceleden ağacın bazı dallarını da kırar. Kadın narları görünce: ‘Beni düşündüğün için sağol. Ama o bahçenin yerini, varlığını ben de biliyorum. Canım isteseydi gidip ben de alabilirdim. Şimdi benim canım istemiyor. Bu narlar burada boşuna çürüyecek. Başkalarının hakkını boşuna çürütmüş olacağız. Narları koparırken bahçeye de büyük zarar vermişsin. Acelen ne, burada senden kimse bir şey kaçırmıyor ki?’ der.
Sûfînin şehre ayak uyduramayacağını anlayan kadın, onu Ulular Meclisine götürür. Sûfi, ihtişamlı bir binaya götürüleceğini sanırken, küçük bir yapıya götürürler. Yerlere basit kilimler serilmiştir. Ak sakallı ulular, bağdaş kurmuş şehrin sorunlarını tartışmaktadırlar.
Sûfi’nin karnını doyurup, konuk ederler. Rıza Şehrinde her şeyin rızalıkla yapıldığını, paranın, pulun geçmediğini, rızalıkla istediğini alır, istediğini yaparsın,’ der ve dünyalı misafiri rıza şehrinden yollarlar…’
Sokrates, ‘’Heraklitos’u anlamak için Delos’lu bir dalgıç olmak gerekir’’ demiş.
KİME GÖRE AHLAK?
Postmodern çağda Ahlâk gibi göreli bir kavram üzerine konuşmak, yazmak mayın tarlasında yürümek kadar zor.
Özünde iyilik ve kötülük, doğru ve yanlış gibi özneye göre pozisyon alma bilgisini barındıran ahlâk, kimine göre ‘değer’ iken, ötekinin terazisinde kıymetsizlik arz edebilir. Sizin toplumsal kültürünüze göre etik görünen bir söz veya eylem, öteki sosyal tabakalarda etik dışı algılanabilir.
Günümüzde insanların üreme organlarından utanmaları, onları gizlemeleri ne kadar ahlâki ise, geçmişte de tersine sergilenen övünç kaynakları (Kibele örneği) olduğunu, yanı başımızdaki Anadolu ve Mezopotamya arkeolojisinden öğrendik.
DEVLETİN ARAÇSALLAŞTIRDIĞI KAVRAM…
Çocukken benliğinize dayatılmış kimi kalıpları ömrünüzün sonuna kadar taşırsınız. Göreli bir söz olan ve hayatınızın geri kalan kısmına yapıştırılmış ‘’terbiyeli çocuk’’ etiketini Sisyphus (Sisifos) kayası gibi omuzlamak zorunda kalırsınız.
Terbiyeden bir nebze daha göreli olan ahlâk da öyle. Bu subjektif ve soyut kavram, başta dinler ve dinsel öğretiler olmak üzere, eğitimden, siyasal örgüt-partilere kadar hemen her alanda emir kipiyle yaşamımıza biçim vermeye çalışır. Birine ‘’ahlâklı ol’’ dediğinizde, kendi siyasal, inançsal, töresel değerlerinizin cümleleşmiş kipiyle söylemiş olursunuz. Çünkü o kavramların ‘karmaşıklığını kavrayacak entelektüel bir aygıtımız yoktur’. (J. Nuttall)
İnsanın eylem ve seçimlerine, çoğunlukla pozitif biçim veren ahlâk; evrensel olmayıp, beslendiği kültürel kodların izlerini de taşır. Bu kodlar aile, cemaat, aşiret nüveleri içerebileceği gibi, sosyalistlerin sıkça kullandığı ‘’devrimci ahlâk’’la kavramsallaşan siyasal mekanizmaların davranış özelliklerini de bireye taşır. Yumurta ve tavuk metaforu gibi açmazlar içeren bu ‘belalı’ kelimenin rasyonel olduğunu söylemek hayli zor.
Devletin, yönetimindeki halkı siyasal iktidarı için, ahlâk kavramını araçsallaştırıp yeniden yapılandırdığı da sıkça görülmüştür. Devlet bekası için, halkı inanç ve ritüeller aracılığıyla çok kez domine etmiştir. Ortadoğu’nun despotik rejimleri bu toplum mühendisliğinin örnekleriyle doludur.
Türkiye’de ise siyasal sağ iktidarların, daha çok kriz dönemlerinde can simidi olarak güncelledikleri ‘vatan borcu, namus borcu’ gibi deyimler, toplumun yeniden yapılandırılmasında sıkça kullanılmıştır.
Nietszche, ‘’Ahlâk, törelere itaat etmekten başka şey değildir’’ demekte haklı mı acaba?!
KİMİN AHLAKI?
Devlet ve onun kurumsal aygıtlarına sahip olan egemenler, tarih boyunca heretik akım öncüleriyle, devrimcileri halkın gözünde itibarsızlaştırmak için ‘ahlâksızca’ politikalar izlemekten çekinmediler. Afrika yerlilerini ve Kızılderili kabileleri yamyamlıkla suçlayan mülkiyet hırsızları, Avustralya’da yoksulların ekmek babası Ned Kelly’i de haydut olmakla suçlamışlardı.
Türkçe’de de hakaret ve küfür yüklemleriyle geçen ‘’Gavur’’, ‘’Dürzü’’, ‘’Kavat’’, Kızılbaş’’ gibi deyim kelimeler, iktidarda bulunan yöneticilerin elinde kırbaç görevi görmüştür. İktidar elitleri, yandaşlarını domine etmek için etnik, dinsel ya da siyasi rakiplerini küfre dönüştürdükleri bu isimlerle itibarsızlaştırma operasyonları yaptılar.
Dersim Soykırımından önce bölgeye giden sosyal bilimci ajanlar egzotik bir coğrafya profili çizip, ‘çağdaşlaştırılması’ gereken vahşi Kızılbaş kabilelerden bahsediyorlardı. Barbaros Baykara gibi kerameti kendinden menkul kişiler yazdıkları romanlarda (‘’Dersim 1937’’, ‘’Tunceli 1938’’) özgürlüğüne düşkün Dersimli kadınları erotik imaj olarak sunuyorlardı.
Aleviler, Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine kadar uzanan geniş bir zaman aralığında hep ötekileştirildiler. Osmanlı belgelerinde çoğunlukla ‘’Rafızi’’ ya da ‘’Kızılbaş’’ kelimesiyle şiddet, hatta ölümle yan yana kullanıldı.
Sünni İslam tandanslı iktidarların ontolojik sakatlık yaratan pervasızlığı günümüzde de insafa gelmiş değil.
Rousseau, ‘politikayı ve ahlâkı ayrıştırmamak gerekir’ demekte çok haklı!
Bizanslılar, kendileri gibi yaşamayan Paulikanları, Osmanlılar, Muhammed Peygamber’den sonra yaşanan dogmatik İslamın kalıplarına uymayan Alevileri inanç farklılıklarından dolayı orgia yapan (törensel ayin) ‘’ahlâksızlar’’ olarak suçlayıp, katledilmelerini emretmişti.
Alevilerin kadınlı erkekli ibadet gelenekleri ile Bizans İmparatorluğu’nun doğu sınırında yaşayan Paulikanların dinsel ayinleri, merkezi otoritenin hışımından nasibini almıştır. Paulikanlar, Hıristiyanlık dışı bir inanca sahip olmalarından kaynaklı, katliamlardan kurtulmak için Aleviler gibi dağları mesken tutmuşlardı. Bu arada Bizans’ın doğu sınırında yaşayan bu topluluğun zamanla Ezîdî ve Alevilere dönüştüğü iddiası da mevcut.
İktidarın egemenlik alanında maneviyat biriktiren kaderci teolojinin, kendi dışında varoluşları, gayrı ahlaki olmakla suçlamaktan çekinmediğini görüyoruz.
Genel bir ahlâk tanımı yapılsa da her topluluk bulunduğu mekan ve zamanın rengini taşır. Bu durum ahlâki edimlerin ahlâk tanımını da değişken kılmasına götürür. Dolayısıyla burada ‘’kimin ahlâkı, kime göre ahlâk?” soruları sorulabilir.
HAKİKAT İLE SINANAN YOL
Kuran-ı Kerim, Hucurat Suresi’nde ‘’Mutlaka ki Allah’ın yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır’’ der. İslam’ın akide kitabında korku içerikli benzeri sözlere sıklıkla rastlanır.
Yine Mısır Firavunlarının zulmüne uğrayan Musa ve İsrailoğullarını kurtarma uğraşı veren Tanrının, bir gece evlere ölüm yağdırıp, bütün çocukları öldürdüğü rivayet edilir.
Çocukları öldüren ‘Musevilerin Tanrısı’ ile kavimleri (Ad kavmi) helak eden ‘İslam’ın Allah’ı’ (keza Hıristiyanların) bu korkutucu buyruklarına rağmen, Alevilerin inanç önderleri, insanları sadece vicdana çağırır ve hakikati gösterme uğraşına girer. Çünkü arif isen zaten göreceksindir o hakikati. Değil isen bir Yol’a girip, bu yolu da batın ile görüp, zahir ile yürümelisin. İşte o vakit ’Arifler bir dükkân açmış, ne ararsan var içinde’’ diyen Pir Sultan Abdal’ı gönül gözüyle görmüş olursun.
“ALEVİLİK İNANÇ FELSEFESİ GÖNÜLLÜLÜK VE AKIL ÜZERİNE BİNA EDİLİR”
Alevi inanç felsefesi, İslam’ın ve diğer semavi dinlerin aksine korku ve emirle değil gönüllülük ve akıl esasları üzerine bina edilir. Semavi dinlerde topluluklar emir ve korku ile ‘terbiye’ edilmeye çalışılırken, Aleviler, Rıza Şehri hikayesinde olduğu gibi varoluşlarının esasını ‘rızalıkla’ açıklarlar. Keza, gönüllü gerçeklikle vardıkları üstün insan (İnsan-i Kamil) mertebesine de, dört kapının sonuncusu ve aslı olan Sırrı Hakikat kapısından geçtikten sonra ulaşacaklarına inanırlar.
Alevilerin kutsalları olan ziyaret ve evliyalara (Hızır dahil) atfedilen hikaye ve mesellerde ise insanın öldürülmesi bir yana kurdun kuşun, börtü böceğin de hakları gözetilip, doğada yaşayan tüm canlılar yad edilip, eşitlikçi bir düzene ‘hû’ çekilir.
Çeşmeden su içerken dahi helallik alan Alevilerin tüm canlı ve cansız varlıklara saygısı eşit mesafede olagelmiştir. Günümüzün kapitalist modernist sistemi içerisinde bu geleneksel değerlerini yitirmeye başlayan Aleviler, diğer topluluklara oranla şanslı sayılabilirler. Çünkü geleneksel öğretilerini sözlü olarak genç kuşaklara aktaran az sayıda pirî fanîleri yaşıyor daha.
‘’Yaradan ‘Ya Musa kendinden daha aşaği bir mehluqat getİr’ dedi. Musa şehre geldi, ‘tüccarı götırem, taciri götırem, baqqalı götırem, bilmem neyi götırem.. Orada bir köpek vardi. Binanın kenarına uzanmiş. Helqayi tağdi boynıne, sürikledi. Köpek dile geldi. ‘Ya Musa ben ğızmetımi yaptım’ dedi. ‘Gündız ağanın malıni, dewarıni qoridım, gece de sebehe qeder deyağ yiyidım ben. Sen seni götır. Ben ğızmetımi yaptım.’’ (Kişisel arşiv. Halil (Delil) Aday. Dersim, 2017)
(‘’Yaradan ‘Ya Musa kendinden daha aşağı bir varlık getir’ dedi. Musa şehre geldi, ‘tüccarı götüreyim, taciri götüreyim, bakkalı götüreyim, bilmem neyi g götüreyim.. Orada bir köpek vardı. Binanın kenarına uzanmış. Halkayı taktı boynuna sürükledi. Köpek dile geldi. ‘Ya Musa ben hizmetimi yaptım’ dedi. ‘Gündüz ağanın malını, davarını korudum, gece de sabaha kadar dayak yedim ben. Sen seni götür ben hizmetimi yaptım.’’)
Kuran-ı Kerim’in Zuhruf Suresi’nde ‘’Biz onların dünya hayatındaki geçimliklerini taksim ettik ve bir kısmının diğerlerine iş gördürebilmesi için, bir kısmını bir kısmından derecelerle üstün kıldık’’ diyerek insanlar arasındaki eşitsizliği meşru görürken, Aleviler, Şeyh Bedreddin’in sözüyle ‘yarin yanağından gayrı her şeyi ortak’ görmüşlerdir.
Yedi Ulu Ozan’dan biri olan Fuzûlî de eşitlikçi toplum felsefesini şu dizelerle pekiştirir; “Fanilik köyünde akıllı ile deli birdir / Denizin dibinde inci tanesi ile taş birdir / İyilik ve kötülük ortadan kalkınca / Mescid de meyhane de birdir” der.
Halil Aday’ın (92) anlattığı Musa Peygamber meseli ve benzerleri Alevi halk hikayelerinde ve Kürt fabllarında sıkça çıkar karşınıza. Sadece insanları değil bu alemde yaşayan her şeyi (melekler dahil) eşitlerler. Mazdeklerden, Karmatilere oradan Alevi topluluklarına (örneğin geçen yüz yıl Tokat Sıraçları) kadar sirayet eden ortakçı ahlâk yaşanır bir dünya için umut vaat etmeye devam edecek gibi.
ELİNE, BELİNE, DİLİNE SAHİP OLMAK…
İnançlarından kaynaklı hakaretamiz tanımlamaları saymazsak, Alevilerin ahlaklı insanlar olduklarına dair örtük bir içtihat vardır. Bu toplumsal yüklemi de hiç kuşkusuz ki yaşamsal deneyimler yaratmıştır. ‘’Eline, beline, diline sahip ol’’ ontolojik önermesi, bu toplumun gündelik yaşam davranış kodlarını da yapılandırmıştır.
Benzer düsturları Zerdüşt Peygamber olmak üzere diğer Ortadoğu dinlerinde de (örneğin 10 emir) görmek mümkün. Zerdüşt: ‘Ey insan doğru yolu terk etme! İyi düşün, iyi yap, doğru söyle. Kötü ruhun değil, iyi ruhun yanında ol. Bizde yemeden içmeden gün geçirmek haramdır. Bizde oruç elle, belle, dille tutulandır” der.
Aleviliğe ise elinle çalmayacaksın, belinle cinsel arzularını kontrol edeceksin, dilinle yalan söylemeyeceksin der. Nefsi terbiye amaçlı söylenmiş olan bu üç ‘emir’ Marifet Kapısı’nda Pir yardımıyla sınanacaktır çünkü. Çoğunlukla sözlü kültürle (beyitlerle) aktarılan bu yapısal önermeler, Alevilerde grupsal belleğin inşasının temel yapı elementleri niteliği taşırlar.
Bir çok din ve ideoloji rakip gördüğü insan ve toplulukları ötekileştirirken, Mevlana sadece “gel” der. Bu çağrıyı felsefesinin ‘büyüklüğünü’ bilerek yapar. Gelecek olanın orada biçim alacağından emindir. “İster kâfir ol, ister mecusi, ister yüz kere tövbe etmiş ol, umutsuzluk kapısı değil bu kapı” diyerek, ‘düşkün’ olanı dahi Alevilerden esinlenerek ‘yol’a katmak, şahlanmış olan nefsi büyülü gerçek içinde zerreye tahkim etmek ister.
‘’Dünya bir penceredir her gelen baktı geçti’’ diyen Yunus Emre’nin, nefsini köreltip Tapduk Emre’nin dergahına girmek için kırk yıl sırtında odun taşıdığı rivayet edilir.
ŞARKIN SOSYALİSTLERİ MAZDEKÇİ KOMÜNARLAR
Toplumsal mülkiyeti savunan Mazdekler, kadınları da elit tabakanın haremlerinden kurtarıp, kamusal ve toplumsal hayatta erkekle eşitlemişlerdir. Araştırmacı Thehodor Nöldeke “Şark Sosyalizmi” derken, Arthur Christensen ise “Mazdekçi Komünizm” diye tanımlar bu ortakçı yapıyı. Mazdeklerin komünal sistemi daha sonra Karmatiler’de de vücud bulacaktır. Onlar da namazsız, oruçsuz, hacsız laik bir yönetim kurarlar.
Bu seküler inanç toplulukları komün yaşamlarıyla, yüzyıllarca dogma taşıyan ‘adamları’ çok rahatsız eder. Başta Ebu Suud ve Hamza olmak üzere, çoğu Şeyhülislam, Alevilerin kadınları kamusal alana taşımalarından büyük rahatsızlık duymuş, bu eşitlikçi sosyal pratiği ‘’ahlâksızlık’’ olarak fetvalarına gerekçe yapmışlardı.
Hubyar Ocağı’ndan Anşa Bacı 1887 yılında, Tokat kadısı tarafından yargılanırken ‘’İslama ve Şeriata karşı gelip insanları dinden çıkartmak, Mezdek inancına yakın bir mezhep ortaya çıkartmak, yarin yanağından gayri her yerde ve her şeyde ortak olmak’’ ile suçlanır. (Kaynak: www.alikenanoglu.net)
Alevi Ocak sahibi Anşa Bacı’nın yüzyıllar önce yaşamış Mazdek’in yolunu sürdürmesinden endişelenen kişi ve kurumların, bu ‘büyük’ öğreti karşısında küfür etme acizliğine düşmekten kurtulamadıkları görülüyor.
Mülkiyet sahipleri ve onun düzen korucularının, ‘Şark Komünizmi’yle pratik bulan ortakçı yaşam felsefesi taşıyıcılarından korktukları görülüyor. Alevilere yönelik hakaret amaçlı söylenen ‘’mezhebi geniş’’ sözünün arkasında da yine bu konservatif anlayışın etkileri görülüyor.
Manilikten ve Zerdüşt’ten etkiyle ortakçı bir yaşam kuran Mazdek’in komünlerine sahip çıkan Sasani Kralı 1.Kavaz’ın isminin zamanla ‘’Kavat’’a dönüşmesi, mülk sahiplerinin ve ruhban sınıfın, başka hayatlara karşı ne kadar töleranssız olduğunun adeta göstergesi.
‘KAVAZ’ İSMİ ‘KAVAT’A DÖNÜŞÜYOR
Mazdeklerin her türlü egemenlikçi ve mülkiyetçi ilişkinin reddi üzerine kurulu sosyal düzeni, dönemin ünlü yöneticilerinden Sasani Kral 1.Kavaz’ı da aurasına alır. Mülkün insanlara ait olmadığını, sadece yaradanın olduğunu savunan Mazdekler poligami hariç her türlü ilişkiyi de insan rızasına bırakırlar.
Mazdeklerin kendi sosyal yaşamlarını görmesi için Kral Kavaz’ı komünlerine çağırdığı, komün hayatından çok etkilenen kralın, ziyaret sonrası, yoksulları çağırıp sarayın buğday ambarlarını kendi elleriyle ‘yağmalattığı’ (Aktaran H. Rezi, ‘’Zerdüşt’’) söylenir.
Kavaz’ın komünarlarla birlikte hareket etmesi, bazı tarihçilere göre eşiyle birlikte orgia ayinlerine katılması, mülkiyetçi tabakayı ve ruhban sınıfı rahatsız eder. Geleneksel sistem yanlılarının ‘düşmanı’ durumuna düşen Kavaz, isim olarak lanetliler safına itilir ve ismi günümüzdeki hali olan “Kavat”a dönüşür. (Aktaran M.Anter, ‘’Hatıralarım’’)
HALLAC-I MANSUR’DAN NESİM’YE ‘ENEL HAK’ İTİRAZI
Tanrıyı insanın cisminde gören Aleviler, binli yıllarda ‘’Enel Haq’’ (tanrı insan, tanrılaşan insan) diyerek O’nu gündelik hayatın bir parçasına dönüştürmüşlerdi. Madem Tanrı insanı kendi suretinden yaratmıştı Aşık Daimi’nin nefesiyle söylersek; ‘Ona eğilsin(di) melekler.’’ Aynı bin yılda Ortodoks İslam bu fikri ‘şirk’ olarak görmüş, itiraz etmiş ve bu itirazını da ölümle fetvalandırmıştı.
Hak ile hak olan ve bunun bedelini de ‘cahillere’ canıyla ödeyen Hallac-ı Mansur “Beni gören, O’nu görür, O’nu gören ikimizi birden görür” derken yaklaşık bin yıl sonra ortaya çıkan Kuantum Fiziği de ‘’Uzaklık da mesafe de sadece görüştedir. Zerre ne ise kül de odur’’ diyecekti. Hallac-ı Mansur’dan, Baba Tahir Uryan’a ondan Seyid Nesimi ve diğer yol erkanlarına kadar bir çok ‘ermiş’ bu fikri yüzyıllarca taşıdı.
İnsanı, felsefesinin temeline oturtan Hurufi şair Seyid Nesimi “Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazam, Cevher-i lâmekan benem, kevni mekâna sığmazam’’ diyerek, insanı iki cihana sığdıramayacak kadar yüceltir.
Mansur gibi ‘’Enel Hak’’ diyen Nesimi, şiirlerinde Aleviliğin temel düsturlarından biri olan Sırrı Hakikate ulaşmış insanı tarif eder. Bağdat’ta derisi yüzülürken, güzel ahlâk sahibi üstün insan (İnsan-i Kamil) mertebesine ulaşıp, Tanrıyı bedeninde eritmiştir artık; Tanrı insan, insan tanrı olmuştur.
“Zerreye aşina olanlar” der Hallâc-ı Mansûr. Onlar için her şey zerredir, noktadır, sıfırdır. Sıfırı ve zerreyi görenler de İnsan-i Kamil mertebesine yükselmişlerdir.
“On sekiz bin alemi bir zerrede gördüm” diyerek Yol’u yürümüş Muhiddin Abdal.
HAKİKATLE SINANAN YOL…
Aleviler, parça iken bütün olmak, bütün iken de parçayı görmek için inanç ve toplumsal yaşamlarını koordine eden bir sistem kurmuşlardır.
Dolayısıyla Alevilik din insanları üzerine kurulu bir yol da değildir. Alevilik talip üzerine kurulu bir Yol’dur. Aleviliğin kaynağı Ocaklardır. Ocak, dede ve talip birlikteliğine dayanan sosyal bir yapıdır. Dede ve talip neredeyse Ocak da oradadır.
“Alevilik’te Talip Pir’e, Pir Ocağa taliptir. Talip’in Dedesi, Dede’nin de Dedesi vardır. Dede’nin Dedesi talibin Mürşididir. Mürşit ise Yol’un talibidir. Yol’a talip olmak turab olmaktır.
Mürşit, Pir, Rehber, Talip, Yol’un talipleridir. Yol, Hakk’a giden Yol’dur. Hakikat, Yol’un sonundadır. Yol’un sonu ışığa açılmaktadır. Işık ki yer gök yok iken var olandır.’’ (Ü. Öztürk. Alevilik Sır İçinde Sırdır)
Mürşid, Pir/Dede, Rehber, Talip, Müsahip ve Kirvelik gibi kategorik kurumlar Aleviliğin yapı taşlarını oluştururken, Dört Kapı, Kırk Makam da temel yasa ve ilkeler olarak inanç dünyasını düzenler. Bu kapı makamlar Aleviliğin adeta yol haritalarıdır. Bir insanın Alevi olabilmesi (kan bağı dışında) ve Yol’un üzerindeki sır perdesini aralaması için bu dereceleri layıkıyla alması/aşması gerekir.
Yol’a girmek isteyen bir Alevi öncelikle bir Müsahip edinmeli ve İkrar Cemi’nden geçmelidir. Böylece Dört Kapı’ya ulaşmak için yolculuğa çıkılabilir.
Şah Hatayi bir beytinde ‘’Arif isen bir gün (seni) seslerler’’ diyerek Yol’a yolcu olmanın kriterlerine işaret eder.
DÖRT KAPI KIRK MAKAM
Aleviliğin temel yapı taşı olarak görülen Dört Kapı ve Kırk Makam, İnsan-i Kamil olmak için yürünecek yolun anahtarlarıdırlar.
Bir Alevi, ilk olarak Şeriat Kapısına varmalı ve içsel enerjisini burada sınamalıdır. Kişi ilk Yol bilgisini Şeriat Kapısından alacaktır. Bu arada Alevi ‘’şeriat’’ının İslam şeriatıyla ilişkisi olmadığını belirtelim.
İkinci olarak da Yol’a çıkan kişi Tarikat Kapısına varmalı. Bu kapı ikrar verip Yol’a girme kapısıdır. Burada pir, talibi Yol için sınayacaktır.
Aleviliğin üçüncü kapısı Marifet Kapısıdır. Bu kapıya ulaşan insan bir mürşid eşliğinde dervişan olmuştur artık. Bu kapıdan geçen can İnsan-i Kamil olarak itibarlandırılır.
Son ve en manevi kapı Hakikat Kapısıdır. Sırrı Hakikat da denilen bu kapıya varan ‘canlar’ın, Tanrıyı kendi özünde bulma yetileri oluşmuştur artık. Bu aşamaya varmış canlar’ın gözlerindeki sır perdesi kalkmış, batını da zahiri de görünür olmuştur.
Hünkar Bektaşi Veli’nin ‘’Hararet nardadır sacta değildir, akıl baştadır tacda değildir, her ne arar isen kendinde ara, Kudüs‘te, Mekke’de, Hac’da değildir’’ sözleri tarikat kapısındaki yolcunun iç dünyasına ışık tutar.
Aleviliğin felsefi yapısını oluşturan bu dört kapının da kırk makamı vardır. Bu kırk makamın manasına erişen kişi, sırrı hakikate erişen kişi olmuş, insan Tanrının içinde erimiş, Tanrı da insanın içinde erimiştir. Dört kapı, kırk makamın bilgisine nail olan insan Enel Hak’ka ulaşmış sayılır.
Alevi yol katarına dahil olma arzusu taşıyan kişi, bu içsel ve düşünsel yolculuktan sonra edindiği güzel ahlakla Rıza Şehrinin kapılarını çalabilir artık…
KÖYDEN KENTE GÖÇLER VE ALEVİLERDE YABANCILAŞMA
Aleviliğin yapısal değişime uğramasını iki ana kategori altında görebiliriz. Birincisi küçülen aileler ve büyük aileden miras alınan davranış ve ibadet geleneğinin sekteye uğraması, küçülen ailenin yani çekirdek ailenin de gelenekleri sürdürebilme motivasyonundan yoksun olması.
İkincisi de dağlarda (kırsalda) yaşayan Alevilerin kapitalist yaşamın hegemonik ağına dahil olmasından sonra geçirdiği evrimle tarif edilebilir. Kapitalist modernite üretim ağı içerisinde etkisizleştirilen kişi, kültürel dünyasına da yabancılaşmaya başlar.
Köylerde ev ev dolaşıp manevi dünyalarını besleyen pir/dedelerin kentlerde bunu fiziki koşullardan kaynaklı yapamıyor olması, toplumun direnç noktalarının kırılmasına sebep olmaktadır.
‘’Evrensel bütünlüğü bozucu davrandığımızda ahlak bir dereceye kadar zarar görür. Kendi dışımızdaki bütünlüğe zarar verdiğimizde ahlak iyiden iyiye zarar görür. Kendi bütünlüğümüze zarar verdiğimiz de ise ahlak tamamen çöker. (T.M.Ceylan, ‘’Dinamik Ahlak’’ )
Kişinin kendine ve geleneksel çevresine yabancılaştığı kent yaşamıyla birlikte, pir ile olan bire bir ilişki kurulamaz olur. Tipik bir semavi din mekanını andıran cemevlerinin görece ‘resmi’ yapısı da eskiden yaşanan o samimi ilişkinin (pir-talip) tekrardan kurulmasını bir anlamda engellemiş oldur.
Kişinin kendine yabancılaşması, bağlı olduğu topluluk ya da inanç grubuna yabancılaşmasını da olanaklı hale getirir. Yabancılaşan kişi, sosyal yaşam ilişkileri içinde dejenerasyona neden olurken, ahlâki deformasyona da uğrar. Doğal yaşam alanlarından koparılan kişinin eline de, beline de, diline de sahip olmasını frenleyen bir mekanizma yoktur çünkü. Marx bu duruma, ‘’bireylerin birbirlerinden ve kendi türsel varlıklarından soyutlanması’’ diyor.
Sosyal dokusuna yabancılaştırılan Alevi ‘canlar’, zamanla, tatmin olamadığı kendi sosyal çevresinden de uzaklaşır. Artık ne dinlediği saz, ne kulağına çalınan beyit / deyiş onun duygularını harekete geçirmeyecektir. Kültürel değerlerine yabancılaşan Alevi birey, zayıf düştüğü her hangi bir sosyal alanda, rakiplerinden gelen ilk zokayı yiyecektir.
Mazdeklerden Karmatilere, Horasan’dan Dersim’e, Hallacı Mansur’dan Nesimi’ye, Pir Sultan’dan Anşa Bacı’ya miras kalan Ehli Hak (Ehli Haq) yol süreği ve onların yarattığı ortakçı ahlâk mirası; mülkiyet kaleleri kuran iktidar sahiplerini tedirgin etmeye devam ediyor. Çünkü sınıfsız, sömürüsüz bir dünyanın mümkün olduğuna inanan, bu uğurda mücadele veren yol serüvencileri var hâlâ ve bu makaleyi Güneş Ülkesinin Rıza Şehrinde yaşamak isteyen tüm ütopistlere armağan etmiş olalım… (Pirhaber)