BM bu ‘zorla kaybetme’ terimini şöyle tanımlar: ‘’(…) Devlet görevlilerinin ya da devletin yetkilendirmesi, desteği veya göz yummasıyla hareket eden kişilerin ya da kişi gruplarının gözaltına alma, tutuklama, kaçırma ya da diğer herhangi bir biçimde özgürlükten yoksun bırakması ve bu durumdaki bir kimseyi, özgürlükten yoksun bırakmayı kabul etmenin reddedilmesi veya kaybedilen kişinin akıbetinin ya da nerede olduğunun gizlenmesiyle, hukukun koruması dışına çıkarması (..).
Bu yöntem Hitler döneminde, 1941 yılında GECE ve SİS parolasıyla uygulanmaya başlandı. Ve sonrasında, 1960’lardan sonra Latin Amerika ülkelerinde de uygulamaya konuldu.
Türkiye’de gözaltında kayıp tarihi yüz yılık bir tarihe sahip. Bilinen ilk gözaltında kayıp olayı, 24 Nisan 1915 yılında İttihat ve Terakki Partisi’nin İstanbul’da, yaygın bir tutuklama başlatmasıyla gerçekleşmiştir. Tutuklananlar arasında Krikor Zohrap gibi Meclis-i Mebusan üyesi kişiler, aydınlar, şairler, yazarlar ve bilim insanları vardı. 220 kişiden oluşan grup evlerinden ve iş yerlerinden gözaltına alınmıştı. O zaman ilk olarak Mehterhane denen Merkez Cezaevi’ne götürüldüler, daha sonra Haydarpaşa Garı’ndan trenlere bindirilerek, başka bölgelere gönderildiler. Bu kişilerden 81 kişi öldürülürken, 139 kişiden ise bir daha haber alınamadı.
Bir diğer katliam ise bundan 97 sene önce 28 / 29 Ocak 1921 yılında, Trabzon’da, Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu ve başkanı Mustafa Supi, Ethem Nejat ve 13 yoldaşın Yahya isimli kaptanın adamları tarafından bindirdikleri bir teknede katledilmeyle yaşandı. Bedenleri Karadeniz’in karanlık sularına atıldı. Mustafa Supi’nin yoldaşı ve eşi Maria’nın çektikleri ise, bir başka katliamdı.
Devamında, TKP üyesi sendikacı Salih Bozışık, 1936 yılında gözaltına alınır. Ermenilerden el koydukları, dönemin meşhur işkence hanesi Sansaryan Han’da günlerce sorgulanır ve bir daha kendisinden haber alınamaz. Abisi Mehmet Bozışık 97 yaşında son nefesine kadar kardeşini aramaktan vazgeçmedi.
‘’Milli duygularım uyandı, onun için öldürdüm’’
B1u toprakların medarı iftiharı; öğretmen, şair, romancı, gazeteci, dönemin muhaliflerinden Sabahattin Ali artık bu topraklarda yaşayamayacağını anlayıp ülkeyi terk etmeye karar verir. Kırklareli’den Bulgaristan’a geçmek ister. Bu işler ile ilgilenen Ali Ertekin’le anlaşır. Aslında Ali Ertekin, ordudan atılmış astsubay ve Milli Emniyet ajanıdır. Nitekim Sabahattin Ali’nin de katili olmuştur. Mahkemede ‘’milli duygularım uyandı, onun için öldürdüm’’ diyerek kendini savunmuştu.
Sabahattin Ali’nin mezarı ise hala beli değil. Kızı Filiz Ali, Istıranca Ormanları içindeki bir kayaya onun bir dörtlüğünü yazarak ölümsüzleştirdi. 70 yıldır kızı Filiz Ali bu devlete babasının mezar yerini soruyor.
‘’Failler Devlet Zırhı ile Korundu’’
1980 yılına kadar bu ülkede birçok faili (Beli) meçhul cinayet işlendi. Failler devlet zırhı ile korunarak ortaya çıkarılmadılar. 1980 ve 1990 yılları arası ev ve sokak infazları ile beraber, içinde Hüseyin Morsümbül, Cemil Kırbayır, Hayrettin Eren, Mahmut Kaya, Süleyman Cihan, Nurettin Yedigöl, Zeki Altunbaş, Nurettin Öztürk’ün de bulunduğu 12 kişi görgü tanıkların olmasına rağmen emniyette ‘’bizde yok’’ denilerek gözaltında kayıp edildiler.
Daha sonraki yıllarda da gözaltında kayıp olayları artarak devam etti. İHD verilerine göre yıllara göre gözaltında kayıplar şu şekilde gerçekleşmiş:
1991 – 4, 1992 – 8, 1993 – 36, 1994 – 229, 1995 – 121, 1996 – 68, 1997 – 45, 1998 -9
Dikkat edilirse 90’lı yıllardan sonra devletin muhalifleri sindirmek için kullandıkları ‘’dur dedik durmadı, teslim ol dedik olmadı, güvenlik güçleri ile çatışmaya girdi öldü’’ gibi söylemlerin yanında ‘’faili (beli) meçhul’’ cinayetler de daha çok işlenmeye başlandı. Ama artık bu yöntemler etkili olmadığı için yeni bir yöntem; ‘gözaltında kayıp yöntemi’ devreye sokuldu. Toplumun sadece muhaliflerine değil, her kesimine korku salmak, sindirmek, hiçlik duygusu yaratmak, bedenini bulamamak, kemiklerine dahi razı olmak gibi duyguları hâkim kılmak için devreye sokuldu.
1995’e geldiğimizde elbette ki bu haberleri çokça okuyorduk gazetelerde. 1995 Mart ayında İstanbul Gazi Mahallesi’nde, Alevilerin yoğun yaşadığı yerde bir provokasyon gerçekleştirdiler. Nasıl ki 1 Mayıs olaylarını solculara, Maraş olaylarını Alevilere yüklemeye çalıştılarsa; Gazi olaylarını da solculara ve bu olaylara tepki gösteren insanlara yüklemeye çalıştılar.
’’Bizde Yok’’ Dediler
Olayların devamında bir dizi operasyonlar düzenlediler. Kardeşim Hasan Ocak da bu operasyonlar da gözaltına alındı. İstanbul Aksaray Meydanı’ndan, Avcılar yönüne giderken gözaltına alındı. Hemen ertesi günü İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne gittik. ‘’Biz de yok’’ dediler. Daha sonra sorumlu DGM savcısıyla görüştük. Bize ‘’orada’’ dedi. Tekrar Emniyet Müdürlüğü’ne gittiğimizde bize ‘’Bizde yok’’ dediler. 1986 yılında da aynı olayları yaşadığımız için, nasıl olsa bir gün kabul edecekler hissi vardı. Süreç ilerledikçe bizim de kaygılarımız artıyordu. Devlettin bu konuda ne kadar yetkili ve etkili kurum ve yöneticileri varsa hepsini dolaştık. Aile, Hasan’ın arkadaşları, ulaşabildiğimiz diğer gözaltında kayıp yakınları, İHD üye ve yöneticileri, duyarlı çevrelerle çeşitli kampanyalar gerçekleştirdik.
İlk önce ‘’SAĞ ALDINIZ, SAĞ İSTİYORUZ’’ dedik. CHP hükümet ortağı olması sebebiyle, Partinin İstanbul İl binasında açlık grevine başladık. İHD’nin İstanbul ve Ankara Şubelerinde de açlık grevimiz vardı. Bu zaman zarfında, gözaltında olduğuna dair tanıklar ortaya çıktı. Elimizdeki belgeler ile beraber bir dosya hazırlayıp, tüm siyasi partilere, kurumlara, milletvekillerine, Başbakanlığa, Adalet ve içişleri Bakanlığı’na, İnsan Haklarından Sorumlu Bakan’a ve elimizin yettiği tüm yerlere, bu dosyaları ulaştırmaya çalıştık.
‘’Bu coğrafyada Hasan ilk değildi, biliyorduk…’’
Haftada birkaç sefer, İstanbul Adli Tıp Kurumu’na, hastane ve morglarına, yakın çevre emniyet müdürlüklerine devamlı soruyorduk, araştırıyorduk. Aradan zaman geçtikçe bizim de sağ bulamayacağımızı düşünür olduk. Aile olarak biliyorduk, bu coğrafyada Hasan ilk gözaltında kayıp değildi. Ama son olmasını istiyorduk. 12 Mayıs 1995 günü yine İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gittim. Bir tanıdık vasıtasıyla Adli Tıp Kurum Başkanı ile görüştüm. İlgi gösterdi. Belgeleri incelememe izin verdi. İlk incelememde çıkardığım 10 dosyadan birinde Hasan’ın resmine rastladım.
Bizim için artık yeni bir süreç başlamıştı. Belgeleri kayıp etmeden bedenine kavuşmak istiyorduk. Dosyanın geldiği Beykoz Cumhuriyet Savcılığı marifetiyle, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde parmak izi eşleştirmesi yaptık. Çünkü Hasan daha önce iki sefer gözaltına alınmıştı. Cezaevi süreci de vardı. Savcı bu parmak izlerini ve resmini İstanbul Emniyeti dâhil 29 il ve yakın ilçelere göndermiş ama bir sonuç alamamış. İstanbul Emniyeti Hasan’ı bilerek saklamış. Ortaya çıkmasını engellemiş.
‘’O dönem bir duyarlılık vardı’’
Hasan’ın bedeni 26 Mart 1995’de Beykoz Buzhane Köyü, Dedeler Mevki’nde bulunmuş. Bulunurken kemeri, saati, ayakkabı bağı yokmuş. İşkence izleri Adli Tıp Kurumu’nun raporunda detayları ile var. Bu izleri yine o dönemde resimlerde görüp ‘’Bu da gözaltında kayıptır’’ diyerek savcılığa verdiğim ve daha sonra Rıdvan Karakoç olarak parmak izi eşleşmesi olan bedende de aynı işkence izleri vardı.