Bilim-Teknik GÜNDEMİ
Bilim insanlarını en çok uğraştıran sorunlardan biri 1400 gram ağırlığında jelimsi bir organın gerçeği nasıl algıladığıdır? Artık bilim dünyasında, beynin içinde oluşturduğu gerçeklik modeli ile dışarıdan gelen verinin karşılaştırılarak algılamayı sağladığı tartışılıyor.
İskoç bir bilim insanı olan Andy Clark, Belirsizlik Sularında Yüzmek: Tahmin, Eylem ve Somutlaşan Zihin kitabını geçtiğimiz günlerde yayınladı. Edinburg Üniversitesinde felsefe profesörü olan Clark uzun yıllardan bu yana zihnin nasıl şekillendiği, beynin dış dünyayı nasıl algıladığı konularında çalışmalar yürütüyor. Clark’ın son kitabı beynin nasıl algı oluşturduğu yönündeki klasik yaklaşımları altüst edecek cinsten.
New Scientist dergisinin bu hafta yayınlanan sayısında da bu konu ele alındı. Yazıda Andy Clark’ın yeni vizyonu ayrıntılarıyla ele alınıyor.
Farklı bir mekanizma
Clark’a göre beynin çevresindeki gerçekliği algılamasında kullandığı en temel fonksiyonu tahmin. Bu önermeye göre beynimiz dış dünyadaki gerçekliği algılamak için herşeyden önce kendi içinde modellemeler yapmak durumunda. Sürekli olarak dışarıdan duyu organlarımızdan gelen verilerle adeta bombardıman altında tutulan beynimiz, bunları dış dünya için oluşturduğu modellerle kıyaslıyor. Bu kıyasların sonucunda her an tahminler yürütüyor, algı oluşturuyor ve tepkiler veriyoruz.
Klasik modellemeye göre ise beynimiz, duyu organlarından aldığı verileri analiz ediyor, daha önceki tecrübeleriyle nöronlar arasında oluşmuş ağlardaki verilerle karşılaştırılıp en uygun tepkiyi vermesini sağlayacak yol konusunda uzlaşıp eyleme geçiyor.
Clark’a göre ise beynimizin çevremizdeki fiziki dünyayı, içindeki hareketi ve çevreyi modelleyen farklı bir mekanizması var. Bu mekanizma içeri gelen verilerin oluşması için fiziki dünya hakkında önceden var olan modellemeleri içeriyor. Beyin sürekli olarak olacakların bir adım önünde olmaya çalışıyor. Durmadan bir tahmin mekanizması yürütüyor ve buna göre algısı şekilleniyor.
Beynimiz hep aktif
İşte tam da bu nedenle beynimiz hiçbir uyarıcı olmadan hayal kurabiliyor, rüya görebiliyor, geçmişte seyahate çıkabiliyor. Hatta farklı kararlar verilmiş farklı bir yaşamı, geçmişi kendine kurup onunla avunabiliyor.
Yani Clark, kanepede durmuş dış dünyadan etkileşim ve veri bekleyen algı gücüne sahip patatesler olmadığımızı ve beynimizin hep aktif olduğunu söylüyor.
Bilgisayar Rembrandt’ı taklit etti
Büyük ressamların tarzlarının taklit edilemeyeceği iddia edilir. Hollandalı uzmanlara göre artık eski ressamlar yeni resimlerle yaşayabilecek.
Hollanda’da bir grup uzman Microsoft ile birlikte çalışarak ünlü ressam Rembrandt’a yeni bir resim yaptırmayı başardı. Üç boyutlu yazıcı kullanan ekibin ortaya çıkardığı tablonun başka bir ressamın elinden çıktığını fark etmek neredeyse imkansız.
Uzmanlar önce sanal zekaya sahip bir bilgisayar programına Rembrandt’ın diğer eserlerini yükledi. Özel bir algoritmayla eserleri inceleyen bilgisayar daha sonra kendisine verilen bir portreyi bire bir modellemeyle Rembrandt’ın stilini ekleyerek üç boyutlu bilgisayardan çıkardı.
Sonunda ekip Rembrandt gibi çizen bir bilgisayar yaratmayı başardı. İki sene süren bu projenin başka ünlü ressamlara da uygulanabileceği bildirildi.
Uzayda yaşam için genler değişmeli!
Dünyamız eninde sonunda insanların yaşamı için uygun olmayan bir noktaya gelecek. Tahminlere göre Güneş tarafından yutulmadan çok önce insanların soylarının devamını sürdürmesi için uzayda, başka yıldız sistemlerini kolonileştirmeleri gerekiyor.
Ancak insan dünyadaki mükemmel koşulların ürünü. Dünyamızın var olan atmosferi, yerçekimi koşullarında yaşanacak ufak değişimler dahi insan soyu için ölümcül etkilere derhal yol açabilecek bir konumda. Peki bu kadar hassas bir canlı başka gezegenlerdeki kolonilerde nasıl yaşayacak?
MIT Medya Laboratuarından Lisa Nip, TED Talk’ta gerçekleştirilen bir oturumda bu konu hakkında ilginç görüşler öne sürdü. Nip’e göre uzayda insanların varlıklarını sürdürmeleri gen teknolojisinin etkili bir şekilde kullanılmasına bağlı.
İnsanlar yüzbinlerce yıldır oksijen açısından zengin ve ılıman iklimli bir gezegen olan dünyada evrimleşmiş canlılar. Bu nedenle yaşamlarını kesin olarak bu gezegende sürdürmek durumunda.
Uzayda ise Mars gibi Dünyadan sonra insan yaşamını korunaklı olarak destekleyebilecek gezegenlerde dahi öldürücü koşullar var. Sözgelimi Mars’ta ortalama sıcaklık yaklaşık eksi 65 derece. Hiç yağmur yok. Atmosfer güneşten gelen radyasyona karşı hiçbir koruma sağlamıyor. Yerçekimi ise dünyadan çok daha az.
İnsan evrimi ileri sarılacak
Mevcut teknolojilerle insanın Mars’ta uzun sürelerde yaşaması için neredeyse dünyadaki koşulları bire bir karşılayacak bir yapının kurulması lazım. Aksi takdirde düşük yerçekimi nedeniyle insanlar kemik rahatsızlıkları, yaygın kırıklar yaşayacak sürekli radyasyon nedeniyle de kanserle karşı karşıya kalacak. Yani insanlar bedenleri bu koşullara uyum sağlayacak zamanı dahi bulamadan ölüp gidecekler.
Bilim insanları, insan bedeninin uzaydaki farklı koşullara adaptasyonunu sağlayacak yöntemler konusunda sürekli düşünceler üretiyor. Bunlar ağırlıklı olarak insan bedenini koruyucu önlemleri içeriyor. Ancak genetik teknolojisinin gelişmesiyle birlikte insan bedeninin farklı gezegenlerdeki koşullara adaptasyonunun sağlanabileceği düşünüyor.
Lisa Nip bu konuda dünyadaki oldukça dayanıklı olan organizmaların incelenebileceğini söylüyor. Örneğin insanı öldürecek radyasyonun yüz katından fazlasına hiçbir yan etki görmeden dayanabilen Deinococcus radiodurans bakterisi var. Yine dünyada en ekstrem koşullarda yaşama yeteneğini gösteren canlılar bilim dünyası için ilham kaynağı olabilir.
Nip bir kere dayanıklılık ile genler arasındaki bağlantının çözülmesiyle insan bedeninin farklı koşullarda yaşamını sürdürebilecek şekilde modifiye edilebileceğini söylüyor. Yani bir anlamda insanın evrimini ileri sarılacak.
Sorun sadece insan bedenini uyumlu hale getirmek değil. İnsanlar için gerekli olan bitkiler ve hayvanların da farklı koşullarda yaşayabilmeleri için bu modifikasyondan yararlanabilecekleri düşünülüyor.
Ağ öremeyen örümcek
Fransa’da bulunan yeni bir örümcek fosili 305 milyon yıl önce bu türün atalarının ağ öremediğini ortaya koydu. Örümceklerin evrimin önemli haklarından biri olarak nitelendirilen fosil üzerinde yapılan incemeler eklembacaklıların nasıl bu kadar iyi uyum sağlayan bir tür olarak geliştikleri üzerindeki araştırmalara da ışık tutacak.
Fil dışkısı tarihe ışık tuttu
Kartacalı Hannibal’ın Roma İmparatorluğuna karşı seferi sırasında Alpleri aşarak Roma üstüne yürüdüğü bilinir. Ancak bu sefer sırasında Hannibal’ın izlediği rota o kadar sıradışıydı ki Romalılar gafil avlanmış ve yenilgiye uğramıştı.
İtalya’da yapılan yeni bir araştırma Hannibal’ın ordularının izlediği rotayı ortaya çıkardı. Bilim insanları bu rotayı belirlemek için yazıtlardan, tarihi kayıtlardan, yeni ortaya çıkan kalıntılardan değil, fosilleşmiş fil ve at dışkılarından yararlandı.
MÖ 3’üncü yüzyılın başında gerçekleşen seferde Hannibal’ın ordusunda 30 bin asker, 37 fil ve 20 bin kadar at vardı. At ve fillerin su içtikten hemen sonra dışkılarını yaptığından hareket eden Toronto Üniversitesinden William Mahaney ve Belfast Üniversitesinden Chris Allen, Torino’nun kuzeyindeki Col de la Traversette vadisinden incelemeler yaptı. Bu bölgede fosilleşmiş at ve fil dışkılarına rastlayan bilim insanları yaptıkları araştırmada bunların Hannibal döneminden kaldığını tespit etti.
Böylece Hannibal’in ordularının kuzey Alpler hattından Roma üstüne yürüdüğü artık şüphe götürmez bir şekilde ispatlanmış oldu.
HAZIRLAYAN: Doğan Barış ABBASOĞLU