Türkiye’de 1970’lerin ilk yarısından itibaren bağımsız örgütlenmeye yönelen, illegal de olsa kendi partilerini kuran Kürtlerin önemli bir kısmı bağımsız (hatta birleşik-sosyalist) Kürdistan’ı savunuyor, fili olarak başlatmasalar bile nihayetinde bağımsızlığın tesisi için silahlı mücadelenin gerekli olduğuna inanıyordu.
12 Eylül öncesindeki illegal Kürt partilerine en son katılan PKK oldu. PKK, bağımsız Kürdistan savunusu ile birlikte silahlı mücadeleyi de kuruluşu ile eş zamanlı başlattı. PKK’nin silahı yaygın biçimde kullanımı ise 15 Ağustos 1984’teki Eruh ve Şemdinli baskınları ile başladı.
Bu dönem, PKK’nin giderek güçlenmesini, diğer Kürt siyasi hareketlerinin varlıklarını sürdürseler bile alan daralması yaşamalarını ve etkisizleşmelerini beraberinde getirdi. Yine de belirtmek gerekir ki PKK dışındaki siyasi hareketler silahı savunmasalar veya silahlı mücadeleyi savunmakla beraber yaşama geçirmek için adım atmasalar bile maruz kaldıkları politikalar PKK’den farklı değildi. Nihayetinde tümü devlet nezdinde ‘bölücü örgüt’ olarak değerlendiriliyor, silahsız olsalar bile resmi belgelerde ‘terör örgütü’ olarak not ediliyorlardı.
Kürt siyasi hareketinin tablosu 1990’lardan itibaren değişmeye başladı. Kürtler legal demokratik zeminde Halkın Emek Partisi (HEP) ile birlikte etkilerini kitleler arasında da artırmaya başladıkça ‘ortak yaşam’ fikri daha kabul görmeye başladı. Reel sosyalizmin çöküşü, Irak Kürdistanı’nda federalizmin kabulü gibi etkenler bu süreci hızlandırdı ve nihayetinde Kürt partilerinin neredeyse tamamı şu veya bu biçimiyle özerklikten federalizme değişen yaklaşımlar üzerinden ‘ortak yaşam’ savunusunu geliştirmeye başladılar. Bu partilerden PKK dışındakiler daha çok federalizmi savunurken PKK demokratik özerkliği savundu.
PKK’nin sorunun çözümü için diyalog arama girişimleri de bu yıllara rastlar. PKK, yalnız diyalog değil muhatap arama girişimini de sürdürüyordu. Çünkü PKK değişse bile muhatabı hala ‘bir avuç teröriste pabuç bırakmayız’ anlayışındaydı, diyalog ve müzakereden uzaktı.
Diyalog girişimleri çok uzun sürdü. 1995’ten itibaren çeşitli kereler dolaylı görüşmeler gerçekleşti. Belki ilk değil ama en kapsamlı görüşme Oslo’da başlayandı. 2013’te başlayan süreç bile Oslo’da olduğu gibi PKK kadroları ile yüz yüze yaşanan görüşmeler değildi. 2013’ün baş görüşmecisi PKK lideri Öcalan iken HDP taraflar arasında kolaylaştırıcı rolünü yerine getiriyordu. HDP bir yandan sorunun çözümü için muhatapları uzlaştırmaya çalışırken çözümün sorunsuz yaşama geçmesi için de kendi gücü dahilinde programatik adımlar atıyordu. Daha doğru deyimle ‘ortak yaşam’ projesinin en kabul edilebilir olanını tarafları da dikkate alarak topluma benimsetmeye çabalıyordu.
Bu süreç ne yazık ki bitti. Daha doğrusu Erdoğan, müzakere masasına tekme vurarak süreci bitirdi. PKK’nin şiddeti bitirip silahlı mücadeleyi sonlandırmadığı için Erdoğan’ın müzakereyi bitirdiği koca bir yalan. Erdoğan Kürt hareketinden silah bırakmasını değil kendisinin ne olduğu belirsiz çözümüne teslim olmasını istedi. Bu çözüme değil yeni bir esarete tekabül ederdi. Bedeli ağır da olsa Kürt hareketinin bunu kabul etmesinin mümkün olmayacağını herkesten önce Erdoğan bilir.
Bu sürecin bitmesinin bir diğer nedeni de egemenlerin ‘ortak yaşam’ korkusudur. Çünkü ‘ortak yaşam’ demokrasi olmadan olmazdı. Demokrasi de Türkiye’yi çalarak, çırparak, baskıyla, zorla yönetmek isteyenlerin hesabına gelmiyordu.
Bugün de altını çizelim. Bağımsızlığı savunmak da bir tercihtir ancak kabul etmek gerekir ki ortak mücadele ve ortak yaşam en sonuç alıcı olanıdır ve Kürtlerin en geniş kesiminin de savunduğu siyasal hattır. Üstelik Türkiye’de farklı kesimler arasında karşılığı da olan bir hattır. Doğru, ‘ortak yaşam’ çok istense bile her zaman mümkün olan bir durum değil. Nihayetinde Osmanlı'nın dağılışı döneminde Kürt halkıyla aynı cephede olan Mustafa Kemal işi bitince Kürtlere İttihat Teraki politikaları ile yönelebildi ve kabul etmek gerekir ki yüz yılı aşkındır Kürt halkının özgür olmamasında Kemalizmin Kürtlere vurduğu bu darbenin payı büyüktür.
Bu yaşanmışlıktan baktığımızda sorun elbette yalnızca halkların birlikte mücadele ile ortak yaşamı tesis edebilecekleri formülü üzerinden açıklanacak bir durum olmayabilir. Ancak bu realite karşısında esas güvencemizin ilki mücadeledeki birikim iken diğeri de Kürtlerin siyasal temsilcilerinin demokratik mücadeleye olan inancı ve diğer halklarla ortak yaşam projesine verdikleri değerdir.
Bunu somut bir biçimde ifade etmenin en iyi yolu da kanımca hala en doğru ve en ciddi çabayı gösteren siyasi yapılanma olan HDP'nin varlığıdır. 24 Haziran'dan sonra tüm dışlama girişimlerine rağmen tekrar pekişen bu durumun kıymetini bilmek gerekir.
Ortadoğu’daki mevcut durumu, ABD, Rusya ve benzeri aktörlerin dengelerdeki rolünü tekrar etmeyeyim. Bunlar bir önceki yazımda vardı. Elbet aktüel gelişmeler realiteye göre değişim gösterebilir. Ancak şu da bir gerçek bugüne kadar herkesin şaşırmasında hiç kuşkunuz olmasın Kürtlerin yürüttüğü siyasetin de, mücadelenin de önemli bir payı var. Artık dengeler içinde Kürtler var ve kim nasıl davranırsa davransın bu realite gözardı edilemez. Kürtler belki en ağır bedeli ödüyorlar ancak bitirilemezler. Kürtlerin demokratik mücadeleye inanması, çoğu bitirilen, kalanı ise azınlığın da azınlığı olan diğer halklar ve inançlar için de güvencedir. HDP'nin her şeye rağmen geniş bir kesimden destek bulmasında bu durumun yadsınamaz payı var.
Daha somut diyeyim; Türkiye için zaman 7 Haziran'dan sonra geriye işlemeye başladı. 7 Haziran'da çözüm sürecinin olumlu yansımaları ve HDP’nin dirayeti ile herkes kendisi olarak Meclis'te yer aldı. Bu çözümü kolaylaştıran bir etkendi ve demokrasi ile perçinleşecek bir noktaya doğru gidecekti. Gelişmeler egemen zümreyi korkuttu. Savaş bu nedenle başlatıldı.
7 Haziran'dan bu yana yaşananlar halkların lehine olan zamandan çalınandır. Nihayetinde o kırılma noktasından itibaren bir yerden tekrar devam edilecek ancak sorun buradaki devamın hangi noktadan sonra olacağıdır.
Büyük riskler var.
Süreç çok kanlı, kitlesel katliamları, soykırımları takiben yaşanan bir noktadan sonra da devam edebilir ki bu artık klasik bir diyalog ve müzakere sürecine karşılık gelmez. Pekâlâ, savaşın durdurularak yeniden yaşanması muhtemel bir diyalog girişiminden sonra da süreç kırıldığı yerden devam edebilir. Ancak bundan sonrasının nasıl devam edeceğine karar verecek olan Kürt hareketi değil, açık demek gerekirse Türkiye’yi yönetenler ve müttefikleridir. Şimdilik görünen o Türk devlet aklı, savaşı büyütmekten yana yani ilk yolu tercih etmekte.
Elbet HDP 24 Haziran'da barajı aşıp Meclis'e girmese bugün durum daha da kötü olabilirdi. Baskılara rağmen Meclis'e giden HDP, hala mevcut siyasetin değişiminde önemli rol oynayabilecek yegâne güçtür.
Durum çok açık. Her şey bıçak sırtında, Sırat Köprüsü'nün üzerinde yürüyoruz. Lafı eveleyip gevelemeye gerek yok. Kürt silahlı hareketi de, HDP ve diğer siyasal hareketler de sivil-demokratik çözüme açık. Çözüm yolu ise şu anda kapalı. Türk devlet aklı Erdoğan’ı öne sürerek klasik siyasetine geri döndü. Ancak bu kimseyi yanıltmasın diyalog ve müzakerenin yolu açılmaz, şiddet ile çözüm aranmaya devam edilirse karşıtı da aynı paralelde gelişir ve direnişi sonuna kadar sürdürür. Bu direnişin sonu çok kanlı olur, çok insan ölür ama bilmek gerekir ki nihayetinde kazananlar şiddet ve savaştan nemalananlar olmayacaktır. Tarih bunu bize birçok kez örnekleriyle göstermiştir.
artigercek