Sivas’ta 2 Temmuz 1993’te aralarında aydın, yazar, sanatçı, ozan ve semah ekibinin de aralarında bulunduğu 33 kişinin ölümüyle sonuçlanan Madımak Katliamı’nın ardından 25 yıl geçti. Ne katliamı planlayanlar ve gerçekleştirenler ne de sorumluları açığa çıkarıldı. Halkın adalet talebi halen karşılanmadı. Katliamın yapıldığı ve ateşe verilerek insanların diri diri yakıldığı Madımak Oteli yangın yeri olmaya devam ediyor. İnsanlık tarihinin en vahşi ve korkunç katliamları arasında yer alan Sivas Madımak Oteli katliamı yanıtlanmayan bir dizi sorunun cevabını arıyor.
Katliamın gerçekleştiği tarihlerde Çiller hükümeti iş başındaydı. DYP’den Tansu Çiller Başbakan, ANAP’tan Mesut Yılmaz ve SHP’den de Erdal İnönü başbakan yardımcılarıydı. Demirel Cumhurbaşkanıydı.
Kürt Özgürlük Hareketine karşı 1993 yılında kirli savaş politikası yürürlüğe sokulmuştu. Kürt Özgürlük Hareketi’nin ezilmesi ve Alevilerin Kürt Harketi’ne yönelmesinin katliamlarla durdurulması bir devlet politikasıydı.
Tüm bunlara karşın Kürt hareketinin gelişimi durdurulamıyordu. Kürtleri tecrit etmek, yalıtmak, Alevilerle Kürt halkının yakınlaşmasını engellemek istediler. Devletin bu katliamı örgütlemesine asıl olarak bu düşünce yön veriyordu. Nitekim Sivas’ı yakanlar daha sonra AKP’yi kurdular. AKP ise iktidarı döneminde Sivas’ta katliam geleneğini devam ettirerek, Cizre bodrumlarında canlı canlı insanları yaktı, Nusaybin’i, Sur’u, Şırnak’ı yakıp yerle bir etti.
Sivas Katliamı yaşandığı dönemde Pir Sultan Abdal Dernekleri (PSAKD) İstanbul Şube yöneticilerinden Erdoğan Ergin, 2009 yılından bu yana Paris’te yaşıyor ve FEDA- Paris Eşbaşkanlığı görevini yürütüyor. Ergin Sivas’ın Yıldızeli ilçesine bağlı Banaz köyünden. Katliamın gerçekleştiği 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta bulunan Erdoğan Ergin ile katliamın yaşandığı süreci anlattı.
“Devlet geleneği devam ediyor; önce katillere her türlü kirli işlerini yaptır, sonra göstermelik olarak yargıla, daha sonrada ödüllendir” diyen Ergin, Alevi toplumunda devlete güven ve sahiplenme anlayışının önemli bir sorun olduğunu dile getiriyor.
2 Temmuz 1993, Türkiye tarihine bir katliam daha not düştü. Siz de yaşananlar sırasında oradaydınız, o gün ve öncesinde neler yaşandı?
2 Temmuz öncesinde, Pir Sultan Dernekleri ( İstanbul, Ankara, İzmir) olarak her yıl Banaz köyünde yapılan şenliklerin önümüzdeki yıllarda da Sivas’ta yapılıp yapılmayacağı üzerine yürütülen tartışmalarda Ankara Şube Yöneticileri Sivas’ta yapılmasını önerdi. İzmir Şube yöneticileri ise Banaz’da yapılmasını ve kendilerinin Banaz’a gideceklerini belirtmişlerdi.
Bizler İstanbul Şube yöneticileri ise o günün siyasal gelişmelerini göz önüne alarak, Sivas’ta yapılacak şenliklerin güvenli olmayacağını, buna yönelik olarak ortaya çıkabilecek bir saldırı durumunda yeterli bir savunma önlem, güç ve örgütlülüğümüzün olmadığını belirttik. Ancak yapılan tartışmalar sonunda Ankara Şubesi’nin yalnız bırakılmaması anlayışıyla biz de Sivas’ a gitme kararına vardık.
Sivas’a vardığımızda biz İstanbul Şube’den gelenler olarak Madımak Oteli’nde kalmak yerine Alevi halkımızın yoğun yaşadığı Alibaba, Cumhuriyet mahallelerinde tanıdık, eş, dost ve akrabalarımızın evlerinde kalmayı tercih etmiştik. Ankara Şube’den arkadaşlara da bu önerimizi söyledik.
Böyle bir katliamın yapılacağı tahmin edilemezdi belki ama, bir saldırı hazırlığında oldukları izlenimi var mıydı?
1 Temmuz günü şehir merkezini dolaştığımızda, sökülüp öbek öbek toplanan kaldırım taşlarından, şehir merkezindeki duvar ve elektrik direklerine yapıştırılan Pir Sultan Şenlikleri’ne karşı saldırgan bir içerikle hazırlanmış ilanlardan, esnafın bizlere karşı sert ve hakaretvari yaklaşımlarından, bunlardan daha fazlası Buruciye Medresesi’nde akşama doğru yapılan imza, söyleşi ve tiyatro etkinlikleri sırasında faşist gurupların sözlü sataşmalarından gördüğümüz manzara kopacak bir fırtına öncesini andırıyordu.
2 Temmuz günüyse program çerçevesinde Kültür Merkezi’nde saat 13:30’da Arif Sağ’ın vereceği resital başlamadan önce bir kalabalık, Sivas Meydanı’nda toplandı. Dönemin Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun konuşmasıyla kışkırtılan gerici faşist güruh, içerde çoğu kadın çocuk yaklaşık bin kişilik bir dinleyici kitlesi olan Kültür Merkezi’ne doğru, yakıp yıkmak, ele geçirdiklerini linç ederek katletmek üzere, önlerinde ve arkalarında devletin resmi ve sivil polisleri eşliğinde bir saldırı başlattılar. Ancak Kültür Merkezi’ne vardıklarında ummadıkları bir şeyle karşılaştılar. Çünkü Kültür Merkezi’ndeki kitlenin ellerine ne geçtiyse barikatlar oluşturup direndi.
Bu direniş sonrası faşist güruhun geri çekilmesiyle oradaki tüm canlarımızı kendi otobüslerimizle mahallelere yerleştirerek, yaralılarımıza tıbbı müdahale yapılması sağlanıp, saldırıların mahallelere kadar sürebileceği öngörülerek direnişe devam edilmesi kararı alınmıştı.
Tahliye sırasında yazarlar, gazeteciler, ozanlar ve semah ekibinden arkadaşlarımıza otelin güvenli olmadığını belirttik. Daha sonrasında otele gidip, orayı boşaltıp mahallelere gitmelerini isteyen arkadaşlara, Sivas Valisi’nin güvence verdiğini söylemişlerdi.
Biz bir yandan mahallerde direnişi örgütlerken diğer taraftan da oteldeki arkadaşlarla telefon görüşmeleri yapıyorduk. Saat 19:30’da Ankara Şube Sekreteri Kamber Çakır’la yaptığımız telefon görüşmesinde “İkinci kata kadar çıktılar, binayı yakmalarından korkuyoruz. Ankara’yı arayın” diyordu. Ne Ankara ile ne Adalet Bakanlığı ile görüşmemiz, ne de iktidar ortağı olan SHP ile görüşmemiz sonuç verdi.
“Bekleyin, dayanın Kayseri Jandarma İndirme Tugayı gelecek” deniyordu. Ne İndirme Tugayı geldi, ne de Jandarma. Devlet cenahı kör, sağır ve dilsizi oynuyordu. Otelle on on beş dakika sonra son konuşmamızda Kamber Çakır “Elektrikleri kestiler, telefonları da kesmelerini bekliyoruz. Dışarısı insan dolu, bağırıyorlar, saldırıyorlar. Müdahale yok, varsa da dışarıda kimse bir şey yapamıyor “diyordu.
Dışardan yangını gördünüz mü?
Bulunduğumuz evden silah ve slogan seslerini duyabiliyorduk.
Taksici olan ev sahibimle alana vardığımda gördüğüm manzara; devlet anlayışının bu topraklarda yaşayan tüm farklı inançlara, etnisitelere, halklara ve tüm farklılıklara yönelik yüzyıllar boyunca devam eden toplu kırım politikasının resmiydi.
Binlerce kalabalık alanı doldurmuş, “Allahü ekber, yakın dinsizleri” gibi sloganlar atıyorlardı. Otelden alevler yükseliyor. Kalabalık huşu içinde katliamı kutluyordu. 10-15 Jandarma ise olup biteni seyrediyor, adeta kalabalığın güvenliğini sağlıyordu. Biz bir şeyler yapamamanın o kahrolası çaresizliğini yaşıyorduk. Birlikte etkinliklerde yer alıp sohbet edip çay içtiğimiz arkadaşlarımız gözümün önünde yanıyordu. Cümleler kafi gelmiyor. Devletin resmi anlayışın dışındakilere reva gördüğü saldırı, katliam ve göçertmeydi. Zaten Maraş, Sivas ve Çorum’dan sonra da o kentler boşalacak gerideki halkın mal ve mülklerine ganimet olarak el konulacaktı.
Bu resmin o süreçten sonrasında da yeterince görülüp bilince çıkarılamadığını düşünmeden edemiyorum. Devlete güvenme ve sahiplenme anlayışı, Alevi toplum sorunsallığı olarak halen güncelliğini korumaktadır.
Süren davalar, temyizler, müdahil avukatların talepleri yıllarca devam etti. Sivas Katliamı davası 20 yılın ardından zaman aşımı gerekçesiyle kapatıldı. Firari sanıklar hala aranıyor. Katliamda ismi geçen insanlar devlet kademelerinde görev aldı. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dönemin Başbakanı Çiller “Çok şükür ki otel dışındaki halkımız zarar görmemiştir” yorumunu yaptı.
Sivas Katliamı faillerinden ve teşvikçilerinden hesap sorulması için açılan davalar 2001 yılında sonuçlandığında, devlete karşı örgütlü kalkışma suçlamasıyla 33 sanık ölüm cezası, 4 sanık 20 yıl, bir sanıksa 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Davalar, temyizler, müdahil avukatların adalet talepleri yıllarca sürdü de sürdü.
20 yılın ardından Sivas Katliamı davası zaman aşımı gerekçe gösterilerek, tüm diğer devlet katliamlarında olduğu gibi kapatıldı. Karar üzerine dönemin Başbakanı, şimdinin Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Milletimiz için hayırlı olsun. Yıllardır içerde olan, içlerinde kaçak olan vatandaşlarımız da vardı” diyerek onayını belirtti. Bu onay aynı zamanda devletin tetikçilerine, katillerine devlet kademelerinde görev vererek ödüllendirilmesi anlamına da geliyordu. Devlet geleneği devam ediyor; önce katillere her türlü kirli işlerini yaptır, sonra göstermelik olarak yargıla, daha sonrada ödüllendir.
Son dönemlerde Temel Karamollaoğlu’nun söylemleri çok gündeme geldi. Sivas’ı hala bir katliam olarak tanımlamakta imtina etti. Maraş Katliamı ve diğer katliamlarda olduğu gibi, söz konusu katliamlarda ismi geçen isimlerin televizyonlarda ya da benzer araçlarla katliama yönelik rahat ifadelerini nasıl değerlendirmek gerekir?
Temel Karamollaoğlu’nun önce milletvekili, sonra bir parti genel başkanlığına getirilip sonra da Cumhurbaşkanı adayı yapıldı. Muhsin Yazıcıoğlu da diğer bir partinin başkanlığına getirilip milletvekili seçtirildi. Yine Maraş Katliamı sanıklarından Ökkeş Şendiller milletvekilliğiyle ödüllendirildi.
Devletin resmi anlayışı “Tek dil, Tek din ve Tek millet.” Bunların dışındaki inançlara ve başta da Kürt halkı olmak üzere tüm halklara yönelik kırım anlayışı sadece ülke içinde kalmayıp ülke sınırları dışında da devam etmektedir.
Beklenen Mehdi de, yardımımıza yetişecek Hızır da, bu katliamcı devlet politikasına ve uygulamalarına maruz kalan tüm farklılıkların, tüm halklar ve inançların birlikte ortak direniş, toplumsal örgütlülük ve mücadeleleriyle açığa çıkacaktır.
Madımak’ta 19 yaşındaki kardeşi Serkan Doğan’ı ve pek çok arkadaşını kaybeden Serdar Doğan da geçirdiği şok nedeniyle öldü sanılarak morga bırakılmış. Daha sonra Doğan’ın hayatta olduğu anlaşılmış. Doğan’ın o güne ilişkin anlatımları şöyle:
”Olayların ilk kıvılcımını duyduğumuzda Madımak Oteli’ne gittik. Oranın daha korunaklı olduğunu söylediler bize. Biz de oraya sığındık. Büyük bir beğeni ile dinlediğimiz izlediğimiz sanatçıların orada olması bizi rahatlattı. En azından onların orda olması güvenlik açısından bizi biraz daha rahatlattı. Ta ki, ilk taşın otelin o büyük camını yerle bir etmesine kadar. Erdal Ayrancı hemen bir barikat kurmamızı gerektiğini söyledi. Kızları, kadınları ve çocukları üst kata çıkardık. Bizde otelin giriş katına barikat kurduk. Yapabileceklerimiz çok sınırlıydı. 15 bin kalabalık bir faşist grup vardı dışarda. Barikatı bir iki defa zorladılar ama biz sert karşılık verince barikatı zorlamadılar. Daha sonra arabaları ateşe verdiler.
Ateşin gücünü gördükten sonra otelin içine girerek, birinci kata benzin dökerek ateşe verdiler. Karanlık, ateş ve duman bize artık çıkış yolunun kalmadığını gösteriyordu. Çatıya çıkmaya başladık. Karşı binalarından da kiremit atıyorlardı. Her tarafı kuşatmışlardı. Oranın bir kurtuluş yolu olmadığını anladık.
İçerde korkunç bir duman ve sıcaklık vardı. Yardım çığlıkları içerisinde annesinden babasından ‘Kurtarın’ diye bağrışmalar geliyordu. O çığlıkların arasında düşüverdik. Zannediyorum o düşme esnasında başımı bir yere vurmuşum ve bayılmışım. Bayılma esnasında insan karbonmonoksiti biraz daha az soluyormuş. Bunu sonradan doktorlar söyledi.
Beni öldü sanarak morga götürdüler. Ölenler arasında ilk ismi açıklanan biriyim. Ailem benim ve kardeşimin cenazesini almaya geldi. Bir gün sonra hastanenin morgunda doktorun son nabız kontrolünü yapıp cenazeyi teslim etmesi sırasında yaşadığımı fark etmiş. Böylesine korkunç bir katliamda kardeşimi ve kardeşim gibi insanları kaybetmenin verdiği şey ve yaşıyor olmamın verdiği sıkıntı ile yaşıyorum. Keşke çıkmasıydım dediğim anlar oldu.”
Sivas’a, Pir Sultan Abdal anma etkinlikleri için, semah hocası olarak giden İlhan Cem Erseven, katliamdan kendi olanaklarıyla kurtulan 52 kişiden biri. Yangın sırasında otelin içinde kalan ve yine kendi imkanlarıyla 2 kişiyi ölümden kurtaran Erseven, Sivas’a ilk vardıkları anda, etkinliğin yapılacağı Kültür Merkezi’nin karşında bir kişinin kendilere “Niye geldiniz komünistler. Sizi yakacağız” diye bağırdığını ama kendilerinin bunu ciddiye almadığı söyledi. Ersever’in yangının başlama anını şöyle anlattı:
“İmdat, yanıyoruz, kurtarın diye çığlıklar duydum. Bir an şaşırdım ve birden sesler kesildi. Odamın içine duman girmeye başladı. Ben terledim ve genzim yanmaya başlayınca lavabodan mendil ıslatıp ağzıma koydum. Baktım duman gittikçe artıyor, kapıyı kapattım ama kapının altından sızdı. O anda ölümü kabullendim, ‘Burada öleceğiz’ dedim. Sonra şunu da düşündüm: ‘Öleceğim ama direnerek öleyim, teslim olmayayım ölüme.’ O sırada pencere dikkatimi çekti. Hemen pencereye doğru geçtim, baktım pencere açık ve oradan hava alamaya başladım.
Koridora, ayağım takıldı. Bir baktım ki Asaf Koçak yerde yatıyor. Hemen nabzını, kalbini yokladım ama ölmüştü. Yanında bizim tiyatro yönetmenimiz Muammer Çiçek yatıyordu, o da ölmüştü. Baktım ilerden bir hırıltı sesi geliyor, iki kişi. Onlara doğru yöneldim. Asaf ile Muammer’in arasından sürükleyerek pencerenin önüne kadar getirdim. Onların kim olduğunu bilmiyorum hala.”
Erseven, pencere kenarında nefes aldıktan sonra, koridora çıktığını, yerde nefes almakta zorluk çeken bir kadına yardım etmeye çalıştığını, ancak pencereye götüremediğini ve hastane gittiklerinde öğrendiğine göre, yardım etmeye çalıştığı kadının Nesimi Çimen’in eşi olduğunu söyledi. Koridora tekrar çıktığında polislerin ve itfaiyenin içeri girdiğini söyleyen Erseven, “Ben hemen otelde ölenlerin nabızlarını yoklamaya başladım. Hala hayatta kalan varsa biran önce hastaneye yetiştirilmesi için. Sonra ölenleri sırtladılar ve bir minibüse koyup götürdüler. Merdiven altında bir süre cenaze vardı’’ diye konuştu.
Elif SONZAMACI / PIRHA