HAYRİ KIZILER / ANF
Rafael Lemkin 1921 yılında, öğrenci iken Talat Paşa’nın öldürülmesi ile ilgili davayı duyar ve davadan çok etkilenir. Anlamadığı bir şey vardır ve hocasına sorar: “Bir insan bir milyon kişiyi öldürmekle suçlanıyor ama serbestçe dolaşıyor, diğer bir insan sadece bir kişiyi öldürdüğü için cezalandırılmak isteniyor. Bu nasıl bir şey?”
Hocasının cevabı şudur:
“Bir çiftliği düşün, civcivleri var, çiftlik sahibi civcivlerini öldürüyor” diyor. Sen karışamazsın, seni ilgilendirmez, civcivler onun ve istediğini yapar.” Bunun üzerine Rafael Lemkin, “Ama insanlar civciv değil” diye cevap verir ve sonra üniversitede okuduğu bölümü bırakıp, hukuk okumaya karar verir.
Amacı devlet görevlilerinin işledikleri toplu katliamlardan dolayı yargılanmalarını gerektirecek bir kanun yaratmak. Bunu da başarır. Mücadelesi sonucu 1943’te yarattığı “soykırım” terimi, Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilir.
Avrupa, kapitalist sistem uygarlığın yeni hakim gücü olarak yerini sağlamlaştırdıkça, uygarlığın merkezi olacaktı. Doğu uygarlığı adına Arap sultanlar 15. yüzyılın sonlarında İspanya’dan nihai olarak kovulmuştu. Osmanlılar ise 1683 İkinci Viyana Kuşatması’ndan büyük bir bozgunla çıkarak hızlı gerileme sürecine girmişti. Her ikisinin de yükselen Avrupa uygarlığı karşısında tutunmaları artık mümkün değildi ve zamanları da çoktan geçmişti.
Avrupa’da ise Napoleon’un yenilgisi ile uygarlığın önder gücü İngiltere olmuştu. İngiliz İmparatorluğu, dünyadaki egemenliğin Ortadoğu’dan geçtiğinin bilinci ile 1800’lerden itibaren bölgeye yüklenmeye başlamıştı.
Kuzeyde Çarlık Rusya’sı, güneyde İngiliz İmparatorluğu arasında sıkışan Osmanlı İmparatorluğu, iki emperyal güç arasında denge politikası ile ömrünü bir yüzyıl daha uzatacaktı. Bunu yaparken de, asıl önemli olan, bu denge politikasının kurbanlarına ilişkin gelişmeler olacaktı.
Üç önemli tarihi kavim olan Anadolu İyonları, Doğu Anadolu ve Kilikya Ermenileri ve Mezopotamya Asurları bu denge oyunlarında büyük oranda tasfiye ve soykırıma uğrayacaklar, Kürtler ise ancak fiziki olarak varlıklarını koruyabileceklerdi.
Almanya’nın Ortadoğu ve Orta Asya açılım politikası Türk milliyetçiliğinde ırkçılığı da beraberinde getirdi. Sonuç Ermeni, Rum, Süryani ve kısmen Kürtlerin tasfiyesi oldu.
Soykırımın döşenen taşları
Prusya Almanyası ile Osmanlı Devleti arasındaki ticarî, siyasî ve askerî ilişkilerin oldukça köklü bir geleneği vardı. Alman-Osmanlı ilişkilerinin II. Abdülhamid ve bilhassa İttihat Terakki döneminde doruk noktasına ulaştığını görmekteyiz. 1915 Soykırımı’na zemin hazırlayan II. Abdülhamit döneminde, Osmanlı-Alman askerî ilişkisi dönemi oldukça önemli ve dikkat çekici.
Almanlar Osmanlı’ya ilgi duyuyorlardı. Prusya’nın emperyal bir Alman İmparatorluğu’na dönüşmesi sonrasında ilk başbakan olan Bismarck, Osmanlı coğrafyasına seve seve müdahaleye hazırdı.
Almanlar, güçlendirilmiş bir Osmanlı’yı; hem Kafkaslar ve Balkanlar’da Ruslara karşı, hem de Mezopotamya ve Mısır’da İngilizlere karşı kullanabilirlerdi. Zaten Türkiye ile ticarete başlamış olan Alman silah endüstrisi, bir askeri heyetin de gönderilmesiyle bölgede daha etkin olabilirdi.
Tüm bunların yanında uçsuz bucaksız Anadolu yaylası ve Musul ovası, yeni sanayileşmiş Almanya için hammadde kaynakları ve dışsatım pazarı olarak büyük bir potansiyeldi.
Almanya, bu hedeflere ulaşmak için Türkiye’nin askeri kuvvetlerini güçlendirmeliydi. Bu iş Alman diplomasisinin başarısından ziyade dünya dengelerinin sebep olduğu ve Osmanlı Devleti’nin de arzu ettiği bir durumdu. Bunun neticesi olarak, Türkiye’ye bir Alman askeri heyetinin gönderilmesi için ilk adımdı. Bu teklif Padişah Abdulhamit tarafından yapılmıştı.
Bismarck, Türkiye’nin ricasını gerçekleştirmek için Avusturya hükümetinin bu konudaki tavrını sormuş; hükümet de, Osmanlı ordusunun, Almanlar tarafından yeniden organize edilmesinin herhangi bir sakıncasının olmadığını bildirmişti. Bunun üzerine Bismarck, Prens Wilhelm’e Türkiye tarafından yapılan ricanın olumlu karşılanmasını tavsiye etti. Ayrıca Alman askeri ve sivil memurlarının Türkiye’ye yollanmasının talimatını verdi.
Binbaşı Vonder Goltz’un icraatları
Sonunda Osmanlı Devleti ve Almanya arasında sözleşme imzalanır ve dört subay Türkiye’ye gönderilir. Fakat, orduyu eğitecek subaylar arasında eğitimci olanı yoktur. Osmanlı Devleti, bu konuda da istekte bulunmuş, ama o güne kadar olumlu cevap alamamıştı. Alman Büyükelçisi, Osmanlı’nın bu isteğini tekrar 1883 başlarında Almanya’ya bildirir. Almanya imparatorluğu, bunun üzerine Genelkurmay Başkanlığından Binbaşı Vonder Goltz’u Türkiye’ye gönderilmek üzere görevlendirir. Goltz, General Kahler’in de tavsiyesi üzerine padişahın emriyle 1883 yılında askeri okulda görevlendirilir.
1883 yılında Pangaltı’daki Harbiye Mektebi’nde göreve başlayan Goltz Paşa, ilk iş olarak bu okulların yeniden teşkilâtlandırılmasını ve eğitim sisteminin modernize edilmesini ele alır. General Goltz, bir yandan Osmanlı ordusu hesabına çalışırken, diğer taraftan Almanya’nın silah sanayisine hizmet etme yollarını arıyordu. O güne kadar Osmanlı Devleti’nde silah sanayinde en büyük pay, İngiliz ve Fransız silah krallarınındı. Bu durum, ilk kez, Alman askeri heyetinin Boğaz kıyılarında belirmesiyle değişti. Alman Genelkurmayı’nın emperyalist yayılma siyaseti, aynı zamanda Rusları tehdit eden ve büyük oranlara ulaşan Osmanlılara Alman silah ihracatını daha da arttırdı. General Goltz’un Genelkurmay tarafından desteklenen askeri heyeti, 1880’lerin sonuna doğru Osmanlılar’a Krupp Ailesi’nin toplarını kabul ettirdi. Alman silah sanayisinin Osmanlı Devleti’ndeki tekel konumu, Goltz tarafından örgütlendirilmiş oldu.
Goltz, doğrudan siparişler alarak, Junker-burjuva Almanyası’nın Yakın Doğu’da elverişli ekonomik, siyasal ve askeri dayanak noktaları edinebilmesi için gereken şartları hazırladı. İlk olarak 15 Haziran 1883 tarihinde üç yıl için Osmanlı İmparatorluğu’na gelen Goltz, yaklaşık on iki buçuk yıl Osmanlı topraklarında kaldı. Tüm bu süreçlerin hemen sonrasında Osmanlı topraklarında gayrimüslimlere karşı katliamlar başlayacaktı.
1894 Ermeni Katliamı
İlk olarak 1894 yılında Sason Katliamı gerçekleşmişti. Ermeni köylüsü, Müslümanlardan beş kat daha fazla vergi vermekteydi. Ağır vergi siyaseti, Ermenilerin ekonomik gücünü zayıflatıp, onları geçim imkanlarından yoksun bırakarak, göç yolunu tutmaya zorlamaktı.
Tüm bunlar, farklı ekonomik baskılar, milliyetçi siyaset, etnik baskı ve şiddet olaylarıyla birleşmekteydi. Yönetici Türk elit, Ermeni sorununun, Ermenileri imha etme yoluyla “çözülmesi” gerektiği konusunda padişah II. Abdülhamid’i ikna etmişti.
II. Abdulhamid, 1891 yılında, kendi adıyla anılan, olası Rus işgali ve gayrimüslimlerin tasfiyesi amacıyla “Hamidiye” süvari alaylarını oluşturmuştu. Sason’da yaşanan katliamda binlerce Ermeni hayatını kaybetti. Ölümlerin hepsi çatışmalar sonucu olmamıştı, açlık, hastalık ve yokluk nedeniyle ölenler de pek çoktu. Ancak cesetlerin çukurlara doldurulup yakılması yüzünden hiçbir zaman gerçek sayı ortaya çıkmadı.
Hemen arkasından 1895 yılında Karadeniz bölgesinde, Trabzon, Samsun, Ordu ve Gümüşhane’de katliamlar gerçekleştirildi. Yöntem olarak Sason’dakinden farklı değildi. Binlerce Ermeni buralarda da katledildi.
Tüm yaşanan bu katliamlardan sonra, İstanbul’daki Ermeni toplumu yaşanan katliamları protesto etmek için bir gösteri düzenlemeye karar verir. 30 Eylül 1895 günü, Kumkapı Ermeni Kilisesi’nde toplanan dört bine yakın gösterici Babıali’ye doğru sessizce yürüyüşe geçer, yürüyüşün sessiz olmasına rağmen Padişah II. Abdülhamid askerlerini yürüyüşçülerin üzerine sürmekten çekinmemişti. İlk arbedede 50 civarında Ermeni öldürülmüş, ardından medrese öğrencileri ve esnaf grupları Ermenilere saldırmıştı.
Üç gün süren olaylarda 2 bine yakın Ermeninin katledilmesi üzerine, Osmanlı devletine baskılar artmış ve Abdülhamid 17 Ekim 1895’te ıslahat paketini kabul etmek zorunda kalmıştı. Ancak Anadolu’nun çeşitli yerlerinde, yapılacak ıslahatların Ermenilerin önce özerkliği sonra da bağımsızlığıyla sonlanacağını düşünen Müslüman ve Ermeniler arasında çatışmalar patlak verdi. Bir süre sonra bu çatışmalar katliama dönüştü. Ekim-Aralık 1895 döneminde Zeytun, Eğin, Develi, Akhisar, Erzincan, Gümüşhâne, Bitlis, Bayburt, Maraş, Urfa, Erzurum, Diyarbakır, Siverek, Malatya, Harput, Arapgir, Sivas, Merzifon, Antep, Maraş, Muş, Kayseri, Yozgat olaylarında 10 bini aşkın kişi yaşamını yitirdi.
26 Ağustos 1896’daki Osmanlı Bankası Baskını sonrasındaki gelişen olaylarda yüzlerce Ermeni katledildi.
General Goltz 1896’da Prusya ordusuna geri dönmüştü. Yaklaşık 13 yıl sonra Osmanlı ordusunun gözden geçirilmesi için, onun tekrar Türkiye’ye gelmesi rica edilir. Bu vesile ile Goltz, Temmuz 1909’da genel bir değerlendirme yapmak üzere İstanbul’a gelir ve Ağustos başlarında Almanya’ya geri döner. Artık bundan sonra, Goltz Paşa her yıl dört ay Türkiye’de olacaktı. Bu durum Türkiye’de Jöntürkler tarafından memnuniyetle karşılandı.
Ancak Anadolu ve Mezopotamya’yı halklar mezarlığına dönüştürecek süreç, öncesinde Prusya-Osmanlı hemen sonrasında Almanya İmparatorluğu-İttihat Terakki ittifakları ile artık zirveye ulaşmıştı.
1909 Kilikya Katliamı
Bağdadizade Abdulkadir, katliamın büyük kışkırtıcılarından birisi, Adana Valisi Cevat Bey’in yakın arkadaşı. Merkez polis komseri Zor Ali, 1908 ile görevden uzaklaştırılıp görevde kalan birisi. Ferik Mustafa, 1895-1896’da Maraş kumandanlığı yapmış ve Ermeni karşıtı. Özenle seçilmiş bu dörtlüyle, gerçekleşecek katliam için her şey hazır görünüyordu. 14 Nisan 1909’da başlayıp 27 Nisan 1909’da biten Adana katliamında, 30-35 bin arası Ermeninin katledildiği, zorla din değiştirtme, tecavüz, para karşılığı koruma olaylarının yaşandığı, değişik kaynaklar tarafından belirtiliyor. 1894’de başlayan ve 1909’a kadar geçen süreçte, bazı kaynaklara göre 80 bin, bazı kaynaklara göre 200 bin Ermeni hayatını kaybetmiştir.
1894-1896 katliamlara benzerliği ile dikkat çeken Adana katliamı,1915 soykırımının da bir provası niteliğindeydi.
1914 yılına gelindiğinde, Pantürkist İttihatçı Osmanlı yetkilileri, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Ermenileri, imparatorluğun güvenliğine yönelik bir tehdit olarak sunmak için propaganda yapmaya başlamışlardı bile. Savaş Bürosunda bir Osmanlı deniz subayı, yapılan planlamayı şöyle açıklıyordu: “Bu muazzam suçu meşrulaştırmak için gerekli propaganda malzemesi İstanbul’da iyice hazırlandı. Ermeniler düşmanla birlikteydiler. İstanbul’da ayaklanmayı başlatacaklar ve İttihadist liderleri öldüreceklerdi.”
Osmanlı Devleti’nde yaşayan Alman işadamları, bankerler, mühendisler ve diplomatlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni politikalarını protesto ederken, Kaiser II. Wilhelm, “Türkler ne yaparlarsa yapsınlar, bizim müttefikimiz onlardır, Ermeniler değil” diyordu. Aslında Alman yönetimi, 1915 baharından beri İttihatçı liderlerin Ermeniler için yaptıkları planlardan haberdardı. Artık, İttihat ve Terakkili Osmanlı yönetiminin katliamlara yönelik önü açılmıştı. İttihat ve Teraki liderleri, ittifak devletinin en güçlüsü olan Alman İmparatorluğunun hem askeri hem de ırkçı ideolojik desteğini almış bulunmaktaydı.
Bir soykırım suçlusu: Mehmet Talat Paşa
Mehmet Talat Paşa, İttihat ve Terakki Cemiyetinin belirleyici isimlerindendi. Osmanlı Ermenilerine uygulanan soykırımı, İçişleri olduğu dönemde bizzat planlamış, başlatmış ve uygulamayı organize etmişti. İçişleri Bakanı Talat Paşa, Ermeni Komite merkezlerinin kapatılması, liderlerinin tutuklanması ve her türlü belgelerine el konulması yönünde, 24 Nisan 1915 kararlarını alır. Gerekçe olarak da düşman ordularının Çanakkale’ye çıkartma yapmaları beklentisi ve İstanbul’un ele geçirilmesi tehdidini gösterir.
Talat Paşa’nın emriyle 24 Nisan 1915 genelgesi üzerine İstanbul’da ilk etapta 235 ile 300 arası sanatçı, milletvekili, işadamı, yazar, şair ve din adamlarından oluşan entelektüel Ermeni tutuklanır ve sürgüne gönderilir. Sürgüne gönderilen entelektülerden çok büyük bir kısmı öldürülür.
Tehcir başlamıştır. Tehcir soykırıma doğru yol alır. İstanbul, Karadeniz, Kilikya, Kürdistan hemen her alandaki Ermenilere yönelik tehcir ve Soykırım, Talat Paşa’nın planlamaları çerçevesinde yürümektedir.
Araştırmacı Dadrian’a göre, Alman askeri misyonuna bağlı görevlilerin bir kısmı Talat Paşa ile birlikte kararları verirken, bir kısmı verilen kararları uygulamış, bir kısmı da Ermenilere yapılan muamelelere rıza göstererek göz yummuştur. Katliama bizzat iştirak eden Alman görevliler de vardır.
Mart 1915’te Zeytun’da Osmanlı birliklerinin gönderilmesi emrini veren bir Alman subayıdır.
Ağustos 1915’te Musa Dağ’a saklanan Ermeni köylüleri kuşatan Osmanlı birliklerine, bir Alman komuta etmiştir.
Ekim 1915’te Urfa’da toplanan Ermeni sürgünlerin etrafının kuşatılmasını Suriye’deki Alman Kurmay Eberhard Graf Wolfskeel von Reihenberg yönetmiştir. Bağdat Demiryolları Şirketi ile Alman ordusu arasındaki ilişkileri sağlayan görevli Colonel Böttrich, şirketin bazı Ermeni işçilerinin tehcirine bizzat izin vermiştir.
Tehcir karşıtı onurlu aydın ve milletvekilleri de vardır.
Ermenilerin tehcir kararının alındığı 27 Mayıs 1915 tarihinden hemen sonraki Meclis oturumunda söz alarak büyük bir cesaret ve vicdan örneği sergileyerek, İttihat ve Terakki Hükûmeti’nin verdiği bu kararın hiçbir kanun ve hukuk düzeni ile bağdaşmadığını anlatan Ahmed Rıza’nın, Meclis’teki şu sözleri tehcirin ne boyutlara ulaştığını göstermesi açısından önemli:
“Beni kolumdan tut, köyümden dışarı at, malımı mülkümü de sat. Bu hiçbir vakitte caiz değildir.”
Yollar cesetlerle doluydu
Ermeniler Suriye şehri Deir ez-Zor ve çevredeki çöllere doğru yürütüldüler. İttihat Terakki hükûmeti, Ermenileri Suriye çöllerine zorla yürüttükleri süre boyunca ve sonrasında bütün gerekli basit yaşam imkanlardan alıkoydular.
1915 Ağustos’unda, New York Times, “yolların ve Fırat’ın cesetlerle dolu olduğu ve hayatta kalanların ise ölüme mahkûm edildiğini” belirten bir rapor yayımladı. Talat Paşa ve Cemal Paşa, Ermenileri çölde terk ederek, onları ölüme mahkûm etmişti. Sağ kalanlar ise Deir ez-Zor, Resulayn kamplarında katledildiler.
Ermeni kadınlar, Şam’da çıplak olarak sergilendi ve Musul da dahil olmak üzere bazı bölgelerinde seks kölesi olarak satıldılar. Soykırım sırasında Halep’teki Alman konsolosundan Dr. Walter Rössler, görünüşü güzel olan kadınların, jandarmalar tarafından düzenli olarak tecavüze uğradığını ve bu kızların ve kadınların birçoğunun intihar ettiğini belirtiyordu.
Osmanlı hükümeti tarafından sürgünlerden hayatta kalan Ermenileri götürecekleri son noktalara taşımak için 25 adet toplama kampı ağı kurulmuştu. Türkiye’nin bugünkü Irak ve Suriye sınırlarında yer alan bu ağ, Talat Paşa’nın sağ kollarından biri olan Şükrü Kaya tarafından yönetiliyordu. Bazı kamplar sadece geçici geçiş noktalarıydı.
Alman Genelkurmay Başkanı: Ermenilerin kökü kazınıyor
Dikkat çekilmesi gereken bir konu da Türk Teşkilat-ı Mahsusa idi. İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı Ermeni cemaatinin soykırıma uğratılmasına katılan Türk Teşkilat-ı Mahsusa’yı kurdu. Bu örgüt için cezaevlerinden binlerce tutuklu çıkarıldı ve bunlar bu örgütün kirli işlerinde kullanıldı. Osmanlı Üçüncü Ordusu Komutanı Vehib Paşa, bu Teşkilat-ı Mahsusa üyelerini “insan türünün kasapları“ olarak adlandırmıştı.
Osmanlı ordusundan Hasan Maruf, bir köy nüfusunun hep birlikte nasıl alındığını ve sonra yakıldığını anlatıyor. Üçüncü Ordu Vehib’in Muş yakınlarındaki özellikle kadın ve çocukların yoğunlaştığı bütün köyleri kısa yoldan yakarak kendince Ermeni sorununu çözmüştü. Soykırım uzmanı Vahakn Dadrian, Muş ovasındaki 90 köyde 80 bin Ermeninin ‘ahırlar ve samanlıklar’da yakıldığını yazmıştı.
Serdar Dinçer de, Teşkilat-ı Mahsusa’nın pratiklerini destekleyen örnekler veriyor. Sürgün kafilelerine saldırılarda görev alan sabıkalı timleri örgütleyen Miralay Seyfi’ye propaganda çalışmalarında yardım eden ‘Kayzer’in Casusu’ Max von Oppenheim, soykırımı destekler açıklamalar yapıyor. Bir açıklamasında şöyle diyor: “Türk hükümetine karşı tehlikeli bir ayaklanma içinde olan bir ahaliye biz yardım edemeyiz.”
Yine Osmanlı ordusunun Alman Genelkurmay Başkanı Schellendorf da benzer bir açıklama yapıyor: “Ermenilerin şimdi az ya da çok kökleri kazınıyor. Çok katı bir durum, ancak yararlı.”
Kaiser’in muteber adamlarından denizci Humann da şöyle bir değerlendirme yapıyor: “Türkler Ermenilerin üzerine mümkün olduğunca sessiz ve radikal şekilde yürüyor.”