Kemal Derviş’in, 2001 yılında uyguladığı, IMF formüllerinin tutması üzerine, Türk ekonomisi düzelmeye başlamıştı. 2002 yılında iktidarı devralan AKP kadroları, modern dünyaya yabancı ama mevcudu devam ettirerek, akışı sürdürüyordu.
"Dünyaya yabancı” çünkü, bu kadro toplumun en alt kesimlerinden geliyordu. Modern kültür, sanat ve yaşama biçimine de düşman...
Lider kadrosunda, sokak başlarını tutup gözüne kestirdiğinin yoluna çıkıp “günün kazancını denk getiren” eski gecekondu kabadayıları bile vardı. Eski simitçiler, belediye zabıta neferlerinden sokaklar boyu kaçan işportacılılar, taksi, dolmuş durağı değnekçileri, çıraklar…
Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi “cami avlusu seçkinleri” bir bakına “lümpen sosyetesi” denilen bu iktidarın, “burjuva ayağı”nı teşkil ediyordu.
"En hakiki burjuva” ise eski Ankara’nın Çıkrıkçılar yokuşunda, köyülere hala alet, edavat da satan bir aktarın kolej, ardından da iktisat fakültesi mezunu oğlu, Ali Babacan’dı.
Ali Babacan da, bir bakıma iktidar primatındaki yerini, ekonomiye ilişkin yetenek ve bilgi birikimine değil, halası Hatice Babacan’ın “dinci savaş” macerasına borçluydu.
Onun hikayesi şöyle:
1960’larda üniversite öğrencisi olan Hatice Babacan, bir gün rejimin sıkı yasalarına rağmen saçını, başını kapatıp türbanlayarak, dönemin ünlü gazete yazarları İlhan Selçuk ve İlhami Soysal’ın deyimiyle, “sıkma baş” hallerde üniversite kapısından içeriye girmeye kalkışmıştı.
Bu olay, TC tarihinde bir ilkti. Açık deyişle, “Atatürk ilke ile inkılaplarına resmen isyan”dı. Haliyle, farkedilir edilmez geri püskürtülmüş, dışarıya atılmıştı. Ama olan olmuş, olay “büyük hadise” olarak gazetelere yansımıştı.
Haberler, röportajlar “Atatürk sağ olsaydı” hayıflanmaları sürerken, bir zamanlar “bikinili” fotoğraflarıyla arzı endam eyleyen Şule Yüksel Şenler adındaki genç bir kadın da örtülere bürünüp savunma sesi olarak öne çıkmış, sorun derinleşmişti.
Şule Yüksel, bu olaydan sonra “İslamcı yazar” olarak namını sürdürmüş, hatta, bu şöhretiyle Recep Tayyip ile Emine aşkının “dünya evi” ile taçlanmasında da rol oynamış, ama Hatice Babacan, kayıplara karışmıştı.
Ancak, unutulmamış olmalı ki, yeğeni Ali Babacan, yıllar sonra, intikam kılıcını yerden kaldırırcasına “dincilerin iktidarında” yerini almıştı. Hem de, Kemal Derviş formülünü aynen uygulayan ekonomi bakanı olarak.
İktidar bu sayede, zorlanıp yalpalamadı. Ta ki Recep Tayyip, 2010’dan itibaren “tek ses, tek karar” üzere diktatörlüğün “pe pirik” (geçit) taşlarını döşemeye başlayıncaya kadar.
2011 yılında, ilkelerini “Rabia selamı” adıyla simge haline getirdiği Müslüman Kardeşler çetesini, iktidarına ortak etmeyen Suriye Devlet Başkanı Esad’a cephe almış, ertesi yıl savaş ilan etmişti. Bu, başka ülkenin iç işlerine borun sokmak, el, ayakla dalma had bilmezliği bir savrulmaydı.
Dikkatler bu noktadayken, ailesinin yakın dostu, 29 yaşındaki İran’lı Reza Zarrab’ın baş rolünde göründüğü bir mafya oluşumu altın kaçakçılığıyla işe başlayan soygun, hırsızlık ve rüşvet ağı olarak patladı. Derken, İstanbul’daki Gezi Parkı tahribatına tepki olayları ve ardından patlak veren 15 Temmuz olayları...
Dünün simitçisi Erdoğan, artık diktatördü. Şimdi tek silahı, Kürt düşmanlığı üzere ırkçılıklığı körükleyip, savaş çığırtkanlığı ile yandaş kazanmaktı. Bu arada, eski ortağını yasa dışı ilan edip, rakiplerini onunla irtibatlandırarak tutuklama... Ve öyle yaptı. Hapishaneler dolmaya başladı. Tekmil basın ve yayın susturuldu. Savaş tamtamlarıyla, yer yüzündeki bütün Kürtler terörist ve Türk düşman, düşmanla savaşta ölenler şehit ilan edildi. Şehitlerden geride kalan anne, baba ve kardeşler birer kutsal armağan sayıldı. Onlara dolgun maaş bağlandı. Ev ve iş verildi.
Recep Tayyip de, televizyonların ortak yayınında, “ne mutlu şehit olanlara” diye bağırmaya başladı. Savaşa karşı çıkmak, Recep Tayyip’in ilanatıyla teröristlik, vatan hainliğidir.
Barış demek suçtur o günden beri...
Çünkü, Türk halkının alt tarafları savaşı çok sevdi ve seviyor. Nedeni basit. Savaş denilince, Kıbrıs’ı hatırlıyor. Onu da görmediler, yaşamadılar. Karşı tarafın uçağı da, uzun menzilli füzesi de yoktu. Yakılıp yıkılan Kürdistan’ın da...
Efrînliler, 72 tanesi birden saldıran uçaklara tüfeklerle ateş ediyorlardı. Füze hak getire... tüfek menzili dışındaydı. Onların da uçakları, füzeleri yoktu. O nedenle sayısız Türk, savaşı seyirlik film veya attari oyunu sanıyor. Bir de Recep’in ezberlettiği üzere, masum ve mazlumu evinde katle gidenlerden ölen olursa onu şehit, karşılığında ailesine bol cinsten maaş bağlanıp ev, iş verildiğini biliyor.
O nedenle, kimilerinin dünyasında savaş, düğün, bayram şenliğidir.
Recep Tayyip olanlara “fetihçi” diyor, “kuvvai milliyeci” diye ekliyordu. Sonra biz onları Efrîn’de elleri, kolları, koyunları, torbaları dolu hırsız olarak gördük...
Dahası, “savaş da savaş, koş vatandaş sen de şehit ol ve kalırsan ganimet malını götür” havasında olan Reisin medyası, bir kaç günden beri yas içinde. Katardan para gelmiyor anlaşılan:
"Türk parası tepe taklak oldu” diye bağırıyor, başlıklar. "Liraya yangın düştü, paramız eriyor” diye figan ediyor.
Kemal Derviş’in formülü de tutmuyor artık. Savaş devi, hayat damarlarını kesip biçiyor. İflaslar, açlar ordusu çoğalıyor. Efrîn boğazınızda kalacak göreceksiniz!..
Ahmet Kahraman / Politika