Lütfen bekleyin..
Munzur Haber / Kılıçdaroğlu'nun Kırmızı Çizgileri ve Kürtler

Kılıçdaroğlu'nun Kırmızı Çizgileri ve Kürtler

26 Mart 2016, 10:45

Ba yazıda CHP Genal Başkanının adeta saplantı haline getirdiği Anayasa`nın Başlangıç Maddeleri ile ilgili görüşlerine değinmek istiyorum. Onun, ”değiştirilmelerine asla izin vemeyeceğiz” dediği bu madelere ilişkin söyledikleri bir süre önce basına da yansıdı.

„Evet ama Kürt bu!“

Munzur ÇEM

Dersimli ”Çê Cewelî” (Ceweli Ailesi)nden Kemal Kılıçdaroğlu ile yüzyüze görüşmüşlüğümüz yok. Kendisini sadece politik yönü ile ve basın üzerinden tanıyorum.  Dolayısı ile kişilğiyle ilgili her hangi bir yorumda bulunabilecek durumda değilim. Dışarıdan bakıldığında diyaloğa açık, mütevazi bir kişilğie sahip gözüküyor. Nerdeyse kendisi gibi düşünmeyen her kesi ”alçak”, ”vatan haini”, ”gayri-milli” ilan etmeyi alışkanlık haline getirmiş bir kişinin yönettiği Türkiye`de elbet bunlar da yabana atılır özellikler değiller.

Ba yazıda CHP Genal Başkanının adeta saplantı haline getirdiği Anayasa`nın Başlangıç Maddeleri ile ilgili görüşlerine değinmek istiyorum. Onun, ”değiştirilmelerine asla izin vemeyeceğiz” dediği bu madelere ilişkin söyledikleri bir süre önce basına da yansıdı. (9 Mart 2016 tarihli Hürriyet). Kılıçdaroğlu, konu ile ilgili düşüncelerini şu ana noktalarda topluyor: 

1. Cumhuriyet Ve Özgür Birey

”Cumhuriyeti kurmuşuz, yani padişahın kulu değil, ülkenin onurlu bir bireyiz. Kimsenin kulu olmayacağız,” diyor CHP Genel Başkanı. 

Hemen belirteyim ki kişinin ”kul”, ”özgür yurttaş” ya da ”özgür birey” olması, sistemin cumhuriyet ya da padişahlık/krallık olmasıyla bağlantılı bir şey değil. İnsanlar adı cumhuriyet olan bir sistemde pekala ”kul” olabilirken, padişahlık ya da krallık rejimlerinde ”özgür bireyler” şeklinde yaşamlarını sürdürebilirler. Örnek mi; işte adı cumhuriyet olan Türkiye, İran ve Suriye ile krallık olan İngiltere, İsveç, Norveç, Danimarka ve digerleri. Bunların hangilerinde insanların kul, hangilerinde ise ”özgür birey” oldukları göz önündedir. ”Atatürk” ve ”atatürkçülük” saplantısıdan bir adım öteye gidememek, kulluğun daniskası değil mi? Tabulara böylesine biat etmek ile özgür yurttaşlık nasıl bir arada düşünülebilir?

Erdoğan`ın savunduğu başkanlık sisteminin katıksız bir diktatörlük rejimi kurma girişimi olduğuna inanıyorum ve bu nedenle de karşıyım. Ama başkanlık sisteminin mutlaka diktatörlüğe yol açacağını düşünmek te yanlışır. Başkanlık sistemi ile yönetilen ABD, yarı-başkanlık sistemi ile yönetilen Fransa ve parlamenter sistemle yönetilen Almanya arasınada demokratik hak ve özgürlükler bakımından kayda değer bir fark yok.

Kılıçdaroğlu gibi ben de dini inancı Alevilik olan bir ailenin çocuğuyum. Dolayısiyle sistemin seküler ya da laik olmasının değerini çok iyi bilenlerdenim. Ama kemalizmin laik olduğunu söylemenin, onun demokratik olduğunu ileri sürmek kadar gerçeklere ters düştüğü de göz önündedir. İnançların özgür olduğu laik bir sisteme kavuşmak istiyorsaniz kemalizme sarılmanız değil, tersine onu terketmeniz gerekir. Cumhuriyet

döneminin İslamın Hanefi mezhebi dışındaki inançlara yönelik haksızlıkları AKP ile ortaya çıkmadı, bunların başlangıç tarihi 1924`tür. Yani ”atatürkçülüğün” ürünleri olarak doğdular.

 

2. Atatürk Milliyetçiliği

Kılıçdaroğlu`nun üzerinde durduğu bir başka nokta ise ”Atatürk milliyetçiliği. Şu sözler yine ona ait:

”Demokratik bir ülke istiyoruz… Atatürk milliyetçiliğine mi kafayı takıyorlar? Atatürk milliyetçiliğini sonuna kadar savunacağız”.

Kılıçdaroğlu burada da derin bir çelişki içerisindedir. Demokratik bir ülke istiyorsanız, her hangi bir kişinin şu veya bu konudaki görüşlerini değişmez doğrular olarak insanlara dayatmamanız gerekir. Üstelik bahs ettiğiniz şey, ”Atatürk Milliyetçiliği” olarak ta adlandırılan ırkçı ve şöven türk milliyetçiliğidir. Bu milliyetciliğin şaha kalktığı ve şekillendiği 1910, ları,1920`leri,1930`ları göz önüne getirin. O tarihlerden bu yana Ermeni, Rum, Süryani ve Kürt halkı gibi Türk olmayan halkların başına gelenleri düşünün. Önasya, yüz yıl önce bir çok halkın; onlara ait dillerin, kültürlerin yan yana yaşadığı çok renkli bir coğrafya parçasıydı. Ya bu gün! Bu topraklar, bu gün bütün bu yönlerden birer mezarlığı andırmıyor mu?

Türk milliyetçiliği”nin ırkçı karakterini ortaya koyan belgeler bir araya getirilse koca bir kütüphaneyi doldurur ama biz burada küçük bir örnek vermekle yetinelim. Sistemin önde gelen ideologlarından olan Mustafa Kemal döneminin ünlü Adalet Baknı M. Esat Bozkurt kemalizmle ilgili şunu söylüyor:

"Hitler: o her zaman Atatürk’ten örnek aldığını söylerdi....`Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek nasyonal sosyalizmin ve gerek faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür..." (1) 

Kılıçdaroğlu`nun Atatürk milliyetçiliği denilen şeyi tanıyabilmesi için uzağa gitmesine de gerek yok. Bizzat kendi yöresi halkının başına gelmiş felaketlere bakmak bunun için yeterlidir. 1937-38 üzerine konuşan İhsan Sabri Çağlayangil`in, ”Ordu zehirli gaz kullandı”, ”Dersim Kürtlerini fareler gibi zehirlediler,” sözlerini söylediği kişi Kılıçdaroğlu`ndan başkası değil. Aynı Kılıçdaroğlu`nun, kendi halkını fareler gibi zehirleyen o milliyetçiliğe toz kondurmaması çok trajik bir durum değil mi?

 

3) Devlet Etnisite Îlişkisi

Kılıçdaroğlu „Kimse kusura bakmasın Türkiye bir etnisite devleti değil“ değil derken de aynı ölçüde gerçeklerin dışındadır. 

Elbet, yüz yılı aşkın ırkçı tahribata rağmen Türkiye objektif olarak hala çok dilli, cok kültürlü, çok etnik kimliklidir. O, toprakları üzerinde en az iki ulusun (Kürtlerle Türkler) ve bir dizi ulusal azınlığın yaşadığı çokuluslu bir devlettir. Bu noktada sorun, devleti elinde tutan söz konusu etnisite mensuplarından birinin, yani Türklerin, öteki etnisite mensuplarına ırkçı ve şöven baskı uygulaması, onları, kendilerine ait olmayan bir dili, kültürü ve etnik kimliği kabule zorlaması, sınırsız asimilasyoncu uygulamalarla onlara ait değerleri yok etme çabasından vazgeçmemesidir. Bu sistemin savunucularının, büyük bir pişkinlikle yer küremizin bu en ırkçı ve asimilasyoncu milliyetçiliğini

”birleştirici” diye yutturmaya çalışmaları bir işe yaramıyor, en azından Kürt halkı bakımından durum böyle. 

 

4. Devletin Dili, Bayrak, Ulusal Marş vs.

Kılıçdaroğlu bu arada, Anayasa`da yer alan Devletin Dilinin Türkçe olduğu ibaresini kaldırma, istiklal marşını ve bayarağı degiştirme çabası içerisinde olanların varlığından bahsediyor ve bütün bunlara aynı net tavrıyla karşı çıkıyor.

Bir Kürt olarak ben „Türk Bayrağı“ ile „Türk İstiklal Marşı“nın nasıl olması gerektiğine karar verme hakkını kendimde görmek istemem şahsen. Bu hak, Türklerin kendilerine aittir. Türk dili ile ilgili haklar bakımından da durum böyle. Ama bir türk demokratı olsaydım, insan hakları ve demokrasi gibi çağdaş değerlere yer vermeyen, savaş içerisinde, „düşman“ ve „kahraman ırk“ kurgusuyla yazılmış şu anki Marşa karşı çıkar, yeni bir metnin kabul edilmesi için çaba harcardım. 

Bayrağa gelince; onun şeklini değiştirmek isteyenler var mı bilmiyorum ama birilerinin Türk İatiklal Marşı gibi onu da kendilerine ait görmedikleri ortada. Eğer bir marşın ya da bayrağın önünde „Türk“ sözccüğü varsa ve o Kürdün yok edilmesi esası üzerine kurulmuş bir sistemi sembolize ediyorsa, Kürtlerin bunları kendilerine ait görmemelerinde şaşılacak bir yan yok. Bir türkün kendi Ulusal Marşını ve bayrağını sevmesi, onları sahiplenmesi ne kadar doğalsa, bir kürdün kendisine ait olana sahip çıkması da aynı ölçüde doğaldır. 

Bir süre önce Cizreli bir kürt kadını „İro di nav çopên wan da destên zarokên me derdikevin,“ (Bu gün onların çöplerinde çocuklarımızın kopmuş elleri çıkıyor) diyordu, sel gibi akan göz yaşları eşliğinde. Kılıçdaroğlu`nun kendine güveni varsa bu kadına gitsin ve onun gibilerine bütün bu acıları çektirenlerin tepeleri üzerinde dalgalanan bayrağın erdemlerini anlatsın, onu sevmelerini istesin!

Dile gelince; „Devletin Dili“ nasıl olur bilemem ama Türk Anayasasında „Devletin Dili Türkçedir“ şeklinde ucube bir belirleme olduğu da bir gerçek. 

Doğal olarak böyle bir belirleme Kürt halkı bakımından iki yönü olan citti bir sorunu teşkil ediyor. 

Birincisi, her alanda olduğu gibi bu alanda da Türk yöneticiler, devletin kuruluşu sırasında aldıkları tek taraflı bir kararla kendi dillerini „Resmi Dil“ diye ilan etmiş ve öteki kesimleri de bunu kabul etmeye mecbur bırakmışlar. Yani ortada demokratik bir zeminde oluşmuş bir uzlaşma değil, tek yanlı bir karar ve silah zoru ile benimsetilmek istenen bir dayatma var. İkincisi, adı üstünde, resmi dil, devletin resmi ilişkilerde kullandığı dil demektir. Bir dilin resmi ilişkilerde kullanılıyor olması, öteki dillere ilişkin hakları ortadan kaldırmaz. Örneğin, anadili Türkçe olmayan çocuklar, bu bahane ile kendi anadilleri ile eğitim görme hakkından neden yoksun kalsınlar! Resmi dilin türkçe olması buna hiç te engel teşkil etmez. Eğitimin yapıldığı dilin yanında Türkçeyi de pek ala öğretebilirsiniz. 

Ya Kılıçdaroğlu ve partisi ne yapıyorlar? Onlar, Kürtçe ile eğitime karşı çıkıyorlar. Çünkü onlara göre „Kürtçe eğitim Türk Milletini böler“. 

Elbet, ırkçı bir kafa ile kültürel, sosyal ve psikolojik temeli olmayan, tarihi gerçeklere ters bir millet teorisi ortaya atar ve onu insanlara tankla-topla kabul ettirmeye kalkışırsanız, şu an yaptığınız gibi demokrasi deyip demokrasinin en sıradan

kurallarını ayaklar altına almaktan kurtulamazsınız. Dün „Hakiki Türk soyundan olmayanlar“ için „Bu ülkede sadece köle ve hizmetçi halkına sahipler“ ya da „Sadece Türk etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir,“ türü demeçlerle haykırılan ırkçı anlayış, bu gün yine resmi ağızlardan „Size türkün gücünü gösterecğiz,“ ya da „Türksen övün, değilsen itaat et,“ sloganları ile ortalığı kasıp kavuruyor. 

Anlayacağınız, bir masaldan değil, geçmişi yüz yıllara varan bir realiteden bahs ediyoruz. Îlk elde ılgisi yok gözükse de aslında ilgili olduğu için 170 küsur yıl öncesine ait bir alıntıya yer vereyim. 

Bir çok okuyucunun Feld Mareşal H. Von Moltke`nin adını duyduğundan eminim. 1836-1839 yılları arasında Osmanlı ordusunda danışmanlık yapan ve bu görevi sırasında Kürdistan`ı dolaşan Alman subayı Moltke, yazdığı mektuplarda Osmanlının Kürt politikası ile oldukça ayrıntılı bilgiler veriyor:

Örneğin, Silvan`da karşılaştığı manzara ile ilgili olarak yazdıklarının bir bölümü şöyle:

„...Fakat şehrin içinde sadece harabeler ve Kürtlere az zaman önce büyük zorluklarla baş eğdiren tahrip savaşının taze izleri görülüyor. Bu istila binlerce- yalnız silahlıların değil- acizlerin, kadın ve çocukların hayatına mal olmuş, binlerce köyü tahrip etmiş ve uzun yılların emek ürünlerini yok etmişti...

`Kale kapısının altında yaralı kardeşini taşıyan bir Kürde rastladık, zavallı bacağından vurulmuştu, onu taşıyan kardeşi gözleri dolu dolu olarak kardeşinin yedi günden beri bu ızdırabı çektiğini anlattı. Cerahı çağırttım, „Manasız bir şey istediğini anlamıyor musun? Dermiş gibi, her seferinde sesini daha yükselterek bir çok defa `Evet ama Kürt bu!` dedi durdu“. (2)

 

4. Sonuç Ve Cizreli Kürt Annenin Çığlığını Duymak.

 

Görülüyor ki adı değişse de devleti yöneten zihniyet aynı zihniyet, zulüm aynı zulüm. Moltke`nin Silvan`da karşılaştığı durum, sonraki yüz yılda Koçgiri, Piran, Zilan ve Dersim (hem de onlarca kez); ardından da Taksim, Maraş, Çorum, Gazi ve Sivas`larla sürdü, günümüzde ise Roboski, Cizre, Silvan, İdil ve Sur`la devam ediyor. Sadece uygulama değil, anlayış ve neden de değişmemiş. Cerrahın „Evet ama Kürt bu!“ cümlesindeki „bu“ sözüne bir „nlar“ eki ekler ve „Evet ama Kürt bunlar!“ derseniz, Kürdistan`da şu an sürmekte olan soykırım düzeyindeki zulmün tarihi köklerini ve gerçek nedenlerini de açıklamış olursunuz. Bu gerçeği, devletin Suriye Kürdistanı politikasında da, zerre kadar sempati duymadığım ve 7 Haziran seçimlerinde saglanan zaferi hezimete çevirmekten başka bir sonucu olmayan „hendek-çukur“ olayında da görmekteyiz. Bu devlet, neden bütün gücünü kullanarak Suriye Kürdistanı`ndaki Kürtlerin son derece doğal, meşru hak taleplerini engellemeye çalışıyor? Görüşmeler yoluyla pekala çözülebilecek „hendek-çukur“ meselesi bahane edilerek Kürt kentleri neden adeta haritadan siliniyor ve bütün bir halk acımasızca cezalandırıliyor? Çünkü onlar Kürt ve trmrl insani haklarına kavuşmak diye bir amaçları var.

Buna karşılık CHP ne yapıyor? CHP, hala AKP`yi „çözüm süreci“ni başlatmakla, „terör örgütü ile masaya oturdunuz,“ diye suçlamakla oyalanıyor. Oysa demokrasiyi savunan ve çözüme ilişkin pojesi olan bir partinin yapması gereken şey, atılan bu

adıma karşı çıkmak değil, tam tersine iktidarı, gerekli kararlılığı ve samimiyeti göstermediği için eleştirmesi gerekir.

CHP, seçim sürecinde bir demokratik program açıkladı. Orada dile getirilenler elbet önemliydi, ama pogram Kürt ve Alevi sorunlarının çözümüne ilişkin somut önerilerden yoksun olduğu için vücudunun yarısı felçli bir çocuk olarak doğmaktan kurtulamadı.

Edindiğim kimi duyumlar, Kılıçdaroğlu`nun AKP iktidarının şu an Kürdistan`da sürdürmekte olduğu savaşın sivillere yönelik boyutundan citti şekilde rahatsızlık duyduğu şeklindedir. Daha da önemlisi CHP saflarında gidişattan rahatsız olan önemli bir kesim var. Aynı ölçüde olmasa bile AKP tabanı bakımından da durum farklı sayılmaz. Bu neyi gösteriyor? Bu, AKP`nin Kürdistan`da sivil halka, demokrasi ve insan hakları savunucularına karşı yürtüğü kirli savaşa karşı sesini yükseltebilecek önemli bir kitlenin bulunduğunu ortaya koyuyor. Bu da tutarlı bir demokrasi programı ile ortaya çıkmayı, ona destek veren en geniş kesimlerle birlikte olmayı gerektirir ama CHP bunu yapabilecek bir parti değil. Bu iş, 1924 sisteminin paslı zincirlerini kırmadan, günümüz gerçeklerine ters kemalist dogmaların kuyruğuna yapışarak üstesinden gelinebilecek bir şey değil. CHP`nin handikapı budur. Şu önemli noktayı umutmayalım; bu aşamadan sonra „Bu gün onların çöplerinde çocuklarımızın kopmuş elleri çıkıyor,“ diyen Kürt annenin çığlıklarını duymayan hiç kimse bu coğrafya parçasına barış ve huzur getiremez. Çünkü hiç bir eylem ve davranış bir halka bu acıları yaşatmayı haklı kılmaz. Bu gerçeği bir kenara bırakıp sorunların kaynağını teşkil 1924 sisteminin bayat sloganlarıyla oyalanmak, şu an yaşanmakta olan felaketi daha da büyütmekten başka bir işe yaramaz. Kaldıki zihniyet ve uygulama değişmedikten sonra dünyanın en demokratik anayasasını da yapsanız, bir işe yaramayacak.

 

1) Atatürk İhtilali,136-137`den nakleden F. Başkaya, Paradigmanın İflası, Doz Basım, 1991, İstanbul, s. 92)

2) H. von Moltke, Türkiye Mektupları, s. 195, Remzi Kitabevi, İstanbul.

Bu haber 692 kere okundu
  • Bu haberi paylaşın:
UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik ve tamamı büyük harfle yazılan yorumlar onaylanmamaktadır.
Kategorisindeki Diğer Haberler
Dersim İnşa Kongresi (DİK) dahil Avrupa'daki 8 sivil toplum kurumları, ..