I. Tujik Baba Dağı
Ermeni seyyah Antranik 1888 yılında, iç Dersim denilen Tujik baba dağına doğru yolculuğa çıkar. Bu bir haç yolculuğudur ve Antranik’in amacı Tujik dağının eteklerinde bulunan Haylor Surp Garobel manastırı ve yine manastırın papazı rahip Der Bogos’u ziyaret etmektir. Antranik bu yolculuğu dünyanın bir ucundan diğer bir ucuna gitmek olarak adlandırır. Ona göre Afrika’daki büyük sahra nasıl pusulasız geçilemezse Désim’in korku salan dağlarından, dipsiz vadilerinden ve sık ormanlarından bir yerli kılavuz olmadan geçmek imkânsızdır. Antranik yola çıkar. Yolda gördüklerini ve insanların anlattıkları hikâyeleri kaleme alır. Kuşkusuz bu anlatımlar içerisinde en göze çarpanı Rahip Der Bogos’un Docik/Tujik’liler ile ilgili anlattığı hikâyelerdir.
Rahip Der; Tujik baba dağı ahalisinin kiliseye karşı büyük bir saygılarının olduğundan bahseder. Rahibe göre kilise onlara Keramet göstermiş onlar da bunu görmüşlerdi. Saygıları buradan geliyordu ve Hristiyan olmasalar da kiliseyi düzenli olarak ziyaret ediyorlardı. Onların bölgelerinde birlikte yaşamak istemedikleri tek toplum Osmanlı devleti ve Ordusuydu.
Rahip Der’in genç ziyaretçisine konuyla ilgili kilisenin başına gelen ilginç bir olaydan bahseder. -Hozat’taki ordu görevlileri arasında bir laf dolaşıyormuş konuşulanlara göre Havlor Manastırı’nda silahlı isyancılar varmış, bunlar Manastırın altın madenine el koyup sayısız silah ve cephane elde etmişler ve çevre bölgelere saldıracaklarmış…(sayfa-76) çok geçmeden
Hozat’taki Mutasarrıf paşa emrindeki bir binbaşıya manastırda arama yapması için emir verir. Binbaşı yanında bir müfreze ile Zeyno lakaplı bir kılavuzla beraber sabah Hozat’tan manastıra doğru yola çıkar. Yürümeyle altı saat süren yolda kaybolurlar ve akşama doğru manastırın karşısındaki tepeye anca varırlar. Yorgunlukla tepede manastırı gören Osmanlı müfrezesi heyecanla tepeden aşağıya iner…
(…) Ben kardeşime gelenlerin kim? olduğunu sordum kardeşim daha kapıya çıkmadan Tujik ahalisi; dağdan inen askeri karşılamak için ellerinde silahları evlerinden dışarıya fırlamışlardı. Kuşatmanın olduğunu düşünerek bir anda döküldüler.
-Hawarrr Ha Hawarrrr diye bağırıyorlardı. Dalga dalga yayılan sesle toplandılar.
Uzakta ya da yolda olanlar havaya ateş ederek birazdan orada olacaklarına dair işaret gönderiyordu. Osmanlı askerinin önünü kestiler ve:
-Kimsiniz, Niçin geldiniz, Ne istiyorsunuz? diye sordular.
Binbaşı korkuyla hasta olduğunu, geceleri rahat uyuyamadığını, kiliseye bir adak yapmak ve rahibin elini öpmek istediğini söyledi. Fakat Tujik ahalisini buna inandıramadı…
Rahip olay yerine gelip tarafları sakinleştirir ve durumu müzakere ederler. Aşiret büyüklerinden birinin öne çıkıp askeri Manastıra sokamayacaklarını, askerin manastıra girmesinin manastırın kirlenmesi demek olduğuna dair fikirlerini beyan eder. Yaşlı Tujikli binbaşıya dönerek
-Ayak atamazsın, Kilisenin azizliğini bozarsın diye bağırdı. (…)
Rahip buna cevaben her insanın kiliseyi ziyaret etme hakkına sahip olduğunu söyler. Onlarda karşılık olarak şayet kiliseye girmek istiyorlarsa önce Munzur suyunda yıkanmalarını ve temizlenmeleri gerektiğini belirtip bunu şart koşarlar. Rahip Tujiklilere yüreklerin temiz olmasının kâfi olduğunu söyler. Rahibi bir türlü kıramayan ve aşamayan Tujikliler son şartlarını öne sürerler.
-Öyleyse manastırın eşiğini öpsünler ve dizlerinin üzerinde içeri girsinler aksi halde hepsini öldürürüz. Binbaşı ve askerler can korkusuyla bu şartı kabul eder. Manastırın kapısı öpülür ve dizlerinin üzerinde içeriye girerler. Ertesi gün kilise çıkışında Désim’liler askerlerin ellerinde bulunun silahları alır. Binbaşı canını kurtarmak için askerlerine ne istiyorlarsa verin der.
Antranik anlattığı 1888’in Désim’in de yaşayan insanlarda büyük bir Osmanlı ordusu nefreti görülür. Bu nefretin nedenini en çarpıcı şekilde Antranik’in evine misafir olduğu yerli halktan Ermeni Giro Keya’nın anlatımında görürüz. Yaşlı Giro; bölgede bulunan Osmanlı askerinin işkence tekniklerinden bahseder. Kazığa çıkartmak, gaz yağı dökülerek yakma, kafa kesme, deri yüzme gibi korkunç ve vahşi düzeydeki işkenceler Osmanlı devletinin bölgedeki nefretinin başlıca sebeplerindendir. Doksan beş yaşındaki Giro Kaye genç misafirine ‘’Yamannn Medettt’’ insanların bağırtılarında dağlar taşlar inliyordu der. Kutsal mekanların korunması ve eline kan bulaşanların bu mekanlardan uzak tutulmaları anlaşılır bir durumdur.
Antranik dinlediği hikayelerin dışında tanık olduğu bir başka ilginç durum ise II. Şah Hüseyin Bey’in konağına misafir olduğunda görür. Konağın aile mezarlığında ki taşların birçoğu tahrip edilmiş ve üzerlerindeki yazılar kazılarak yok edilmeye çalışılmıştır. Antranik; I.Şah Hüseyinbey- Şah Alibey ve aile seceresi üzerinden ve de konak sakinleriyle yaptığı konuşmadan mezar taşlarında silinmeye çalışılan tarihin 1855-1861 olarak hesaplar ve bu rakamları tarihe not düşer. Bu not üzerinden hareket ederek 1800’lü yılların ortasında Osmanlı ve Désim ilişkileri üzerine kaynak ve arşiv taraması yaptık durumu anlamak için bazı sorular sorduk. Antranik kendinden önceki kuşaklar üzerine yaptığı tahmin doğru muydu? Ne olmuştu da Désim’de ölülere bile saldırmışlardı? Ve gerçekten neydi bu silinmeye çalışılan tarih?
II.Marifet kapısı…
Evveli zamandan kalan kılıç/kalkanlı Osmanlı Devlet idaresi batıda barut ve ateşli silahların gelişimi karşısında tutunamaz olmuştu. Başkalarının topraklarını kendisine mülk sayan Padişah ve onun bilcümle Müslüman ahalisinin haracı kesilmiş kendi içlerindeki dirlik sistemi bozulmuştu. 19.yy başlarında ilk elden Sırp ve Yunanlılar kopmuş Ruslara Kırım verilmişti. İçeride ise devlet için vergi ve asker toplayan yerel egemenler zenginleşmiş kendileri için bürokratik bir sınıf olmuşlardı (Ayanlar)ve sarayı yetki için fazlasıyla zorluyorlardı. 1808 yılına gelindiğinde Sultan II. Mahmut Ayan/seçkinler sınıfı ile Sened-i İttifak anlaşmasına mührünü bastı ve bir bütün olarak çözülmenin önünü açtı.
Batı Avrupa da ise Edebi/sanatsal/Askeri ve sosyal organizasyonlar zirve yapmış, Fransız İhtilali’ndan sonra yeni modern dünya şekillenmeye başlamıştı. Buharlı makinenin icadıyla sömürge yolları hızlanmış, ucuz hammadde/emek sömürüsü ve denetleme bilir bir dünya pazarı oluşmuştu. Batı Avrupa için tek sorun bu pazarın nasıl paylaşılacağı idi, hepsi bu. Doğuda ise Padişah ve onun yeni Bab-ı Ali devleti dünya karşısında Prehistorik/zihinsel gelişimini tamamlayamamış marifet kapısını açamamıştı. Kendi iç dinamiklerinden hiçbir şey geliştirmeden gayet öykünerek batının tüm eskilerini üzerilerine giydiler. İstanbul un eski Hünkar beyleri/şalvarlı yeniçeri ağaları şimdiyse batı tipi konak hayatı içerisinde frank giyerek İstanbul asilzadelerine dönüşü verdi, çeyrek yüzyıl içerisinde. Alaturka yerini Alafrangaya bıraktı.
Gelişmemiş toplumlar için geçerli olan modernizmin çözünürlük etkisine sahip olduğu zihinsel asit bu kapalı oryantal doğuda bir zehre dönüştü. Bünyelerine bulaşan bu yıkıcı zehir ile Bab-ı Ali İstanbul’u yüzünü doğuya döndü. Anadolu-Mezopotamya-Pers uygarlıklarından miras kalan eski kadim toplumların hepsini geri kalmış, feodal, derebeyliği ile yönetilen toplumlar olarak gördüler. Bab-ı Ali İstanbul’u onlardan üç şey istedi.
1/Vergi (Maddi zenginlikler) 2/İnsan kaynağı/Askerlik (savaştırmak için o toplumun genç nüfusu) 3/Ham Madde(madenler ve doğal kaynaklar) Bu üç maddeyi karşılayanlar padişahın sevgili kulu, karşılamayı red edenler ise derebeyi/feodal/eşkıya vs. ilan edildi.
Yinede her şeyin bir maliyeti vardı. Hayata geçirilen batı tipi reformlara kaynaklar aktarılmalıydı yeni kurdukları düzenli orduları Asakir-i Mansure ve Nizam-ı cedit için asker toplama işine koyuldular Naciye Yıldızın ‘’Diyarbakır Salnamelerinde Dersim’’ adlı çalışmasında ki aktarımına göre askerlik süresi On beş yıldı ve iç Anadolu da tam bir insan avı vardı. Yakalanıp zorla askere alınanlar firar ediyor ya da bir daha köylerine dönemiyorlardı. Yinede büyük oranda Anadolu insanı çaresizce itaat etmeyi kabul etti. İki koldan Anadolu’ya açıldılar birinci kol Akdeniz-Suriye- Mısır üzerine yol alacak ikinci kol ise Anadolu’nun kuzeyine Kürdistan üzerinden Kafkaslara açılacaktı. Coğrafyanın kaderi midir? Yoksa tarihin garip bir akışı mıdır bilinmez bu iki kolun ayrıldığı noktada eski bir deyimle Désim’de kör makasa düştüler. Diğer bir değişle çakıldılar. Désim Osmanlı ordusunun yol üstü güzergâhında paspas olmayınca bu iki kolu Reşit Paşa Harput’ta birleştirdi. Reşit paşa Harput’a altı bin kişilik kışla ve vali konağı yaptırdı. Böylelikle İstanbul ile iletişim ve ikmal için Samsun’dan Sivas’a, Harput’a ve daha sonra Diyarbakır’a ulaşacak bir askeri yol yaptırdı. İstanbul’dan yola çıkan askerin ilk durağı Samsun oldu, Ardından Sivas/ Elazığ ve Diyarbakır hattı. (Yıllar sonra M. Kemal Paşada aynı hattı izleyerek yol almıştır.) Bu askeri yol hattı inşa edilirken İstanbul Bab-ı Alisi’nin Désim’i fark etmesi ve onlarla tanışması uzun sürmedi.
III. Üç bin kase kuruş
Doğuda büyük bir ganimetin olduğunu fark eden İstanbul Bab-ı Ali sinin harita üzerinde gördüğü en büyük sorun Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve merkezden uzak denetim dışı toplumlardı. (Désim/Kurdistan/Irak ve İran sınır hattı- vd.) Kavalalı Paşa Mısır da Memluk egemenliğine son vermiş, Mekke ve Medine’yi Vahabiler’in elinden geri almıştı. Namı fazlasıyla şöhretliydi, emrinde 20-30 bin kişilik askeri kuvvet ile 15-20 gemiden oluşan bir donanması bulunuyordu. Merkezden uzaklaşan Kavalalı Paşa Suriye’yi Mısır’a bağlamak istiyordu. İstanbul’un uyarılarına kulak asmayı bırakmış Bab-ı Aliye vergiyi de kesmişti. Sancak beyliği verile defteri dürüle siyasetinde gecikmiş olan merkez Gürcü Reşit Paşayı sahaya sürdü.
Gürcü paşa ilk olarak Sivas valiliğine atandı ardından Elaziz’de ordugâhını kurdu. Amacı bölgede devlet otoritesini kurumsallaştırmak, vergi toplamak ve en önemlisi Désim ve Kürdistan’dan güçlü bir askeri takviye ile Kavalalı Paşanın üzerine yürümekti. Fakat Désim asilik ediyor, itaat etmiyordu. Gürcü Reşit Paşa vazgeçmedi. Düzenli ordusunun dışında çevreden topladığı başı bozuklarla beraber kısmi de olsa Désim’in iç bölgelerine girmeyi başardı. Fatih Gencer’in ‘’Osmanlı Devleti’nin Dersim’de Merkezi otoriteyi kurma çabaları’’ adlı çalışmasında konu ile ilgili çıkarılan özette; Gürcü Reşit Paşa Dersim’den haraç çıkarmış ama asker çıkaramamıştı. Fakat bu saldırının bilançosu çok ağırdı. 100 kadar köy yakıldı 400’den fazla insan öldürüldü, toplumun ileri gelenlerinden 62 kişi de idam edildi. Sonuç olarak; Gürcü Paşa İstanbul’a durumu şu sözlerle rapor eder.
-Takvim-i Vakayi’de ifade edildiği üzere ‘Çılgınca saldırdılar’ ve Hüda bilir ki bu ormanlar görülmüş şey değil…(…)
Bunun üzerine İstanbul Gürcü Paşaya Revanduzlu Mehmet Paşa isyanını bastırma görevini tebliğ eder. Paşa Musul’un güneyinden İran sınırına yakın bölgelere kadar ilerleyip Revanduzu’yu ele geçirir ve isyanı bastırır. Elaziz’e dönüş yolunda ölür. Kimi söylencelere göre Diyarbakır’da zehirlenerek öldürülmüştür. Yinede anlaşılan şu ki; Gürcü Reşit Paşanın Dersim’in iç bölgelerine doğru yapmayı planladığı geniş yollar projesi’de kendisiyle beraber çökmüş olur. Yerine Hafız paşa atanır. Gencer’in Aynı çalışmasının devamında (19.yy da Dersim…) ve dönemin İngiliz diplomatlarının notlarında netleşir. (Osmanlıda köle savaşları/ticareti ve engellenmesi 1840-1890) Bu tarihi İngiliz diplomatik notlarından ve Bab-ı Ali kaynaklarından hareketle Dersim’de ilk mülki idarenin nasıl zor ve zorba yoluyla kurulmaya çalışıldığını açık bir şekilde görürüz. Bab-ı Ali İstanbulu’nun baş defterdarı Agah Efendinin hesabına göre Désim’den 200bin kuruş yani aşar ve cizye vergileriyle beraber toplam 3 bin kase kuruş ile beraber iki tabur askerde çıkartıla bilinirdi. Ayrıca 1847 yılı aralık ayında Bedirhan beylerinin tasfiyesi sonrası kurulan Kürdistan eyaletinin başına, İstanbul bölgeyi iyi bilen Esat Paşayı atar. Esat Paşa İstanbul’a sunduğu raporunda
– Cizre ve Botan ve Han Mahmut’dan İstihlah olunan kazalar ve Docik/Désim ve Hakkari sancağında mahalleler itinayla layık olduğu halde Aşar ve Virgü ve Cizye küllüyetlu hasılat muhtemel olduğu (mamahfi) Hakkari sancağı ve Dojik/Désim dağlarında Nemalu Sim ve Nühas madenleri mevcut olup istifade … (…)
Genel olarak yazışmalardan anlaşılan Bab-ı Ali’nin Dersimden beklentilerinin çok yüksek olduğu görülür.
Tekrar Hafız paşaya dönecek olursak Mesaiye hızlı başlayan Paşa; Garzan-Sincar-Cizre üzerine yürür. Boşluktan istifade eden Désim 1837 yazında Erzincan ve Tercan civarında bulunan bölgelere girer. Durumu haber alan İstanbul Hafız paşaya acil olarak 500 Mansure ve Bin kadar Redif askeri Docik/Désim’e çekme talimatı verir Emri uygulayan hafız paşa mevsim şartlarından dolayı herhangi bir sonuç alamaz. Bunun üzerine İstanbul tüm hazırlıklarını Mısır üzerine yoğunlaştırır ve Elazığ’daki birlikler güneye kaydırılır. Yeniden doğan ikinci boşluktan yararlanan Tojik/Désim Şah Hüseyinbey kabilesi Tercan beyi Ali’yi öldürür ve cevre bölgelere cezalandırma ve talan harekatına çıkar. Erzurum valisi Erzincan ve Tercana bir Mansure alay asker gönderse de sonuç alınamaz. Güneye inen Osmanlı ordusu 24 haziran 1839 da Kavalalı Memet Ali Paşa Kuvvetleri arasında cereyan eden Nizip savaşı Osmanlı ordusu için tam bir felaketle sonuçlanır. Kendisini Erzurum’a zor atan Hafız Paşa İstanbul’a büyük bir başarısızlıkla dönmek istemiyordu. En azından Désim’e bir sefer düzenleyip kelepirde olsa Désim’den bir haraç koparmayı düşündü. Hafız Paşa iki alay piyade askerin gönderilmesini İstanbul’dan talep etti. İstanbul’un cevabı paşayı merkeze çağırmak oldu. Doğuya sefer batıdan daha pahalıya mal olmuştu.
1847 Tarihi geldiğinde Docik/ Désim, Bab-ı Ali için artık çok önemli bir sorundu. Anadolu ordusu komutanı Osman paşa Désim Üzerine Sivas-Harput ve Erzurum olmak üzere üç koldan yürünmesi gerektiğini düşündü ve bizzat harekât’ı komuta etmeyi planladı. 10 Ağustos tarihinde Kiğı hanedanından kaymakam Ahmet beyi ve Arapkir hanedanından kapıcı başı Ahmet Ağayı Docik/Désim’e göndererek aşağıdaki buyruğu onlara iletmesini istedi…
-Eğer sizler halife-i İslam olan padişahımızın ve devleti Ali’nin emirlerine itaat ederseniz mal/can ve namusunuz güvendedir. Size söz veriyorum… (…) Şimdiki vakit başka zamanlara benzemez, Devlet-i Aliye sizi kendi keyfinize bırakmaz. İşte Bedirhan beylerinin halini işittiniz…(…) kendinize yazık etmeyin. Sizi devlete boyun eğmeye davet ediyorum. Artık vebal sizin boynunuzadır.
Emirname iç Dersim’e ulaşır. Şah Hüseyinoğlu Ali, aynı aile’den Yusuf, Karahüseyin oğlu Ali, Suroğlu Timur, Bozunun torunu Halil, aynı aileden Musa, Seyithan, Diyap ve Tayfuroğlu gibi Désim ileri gelenlerine durum şahsen tebliğ edilir( Burada bölge üzerine özel olarak çalışıldığı anlaşılmaktadır) Ayrıca Esat Paşa’ya göre bu şahıslar bölgede bulunmaya devam ettikçe Désim Ahalisi’nin devlet otoritesini tanımaları mümkün değildir. Üstelik yine Esat Paşaya göre ismi sa-
yılan şahıslar devlete itaat edenler bir yana itaat etmeye meyilli olanları bile hemen öldürüyorlardı. Bölgenin egemenliği onların elindeydi.
Désim ileri gelenleri 13 yıl önce 1835 yılında reşit paşa seferinin nasıl olduğunu ve Kurdistan beylerinin başlarına nelerin geldiğini ve en önemlisi Osmanlı ordusunun nasıl bir hazırlık içerisinde olduğunu görüyorlardı.
Désimliler teklifi kabul ettiler
Vergi vereceklerini, Devlete itaat edeceklerine dair taahhütte bulunup, bağlılıklarını ifade ettiler. 1847 Ekiminde Dersim Sancağı teşkil edildi. Artık ayrıca Devlet’in yazılı kayıtlarına Désim’e ‘R’ Harfi eklendi ve Dersim olarak geçti. (Türkçe telaffuzdan kaynaklı olduğu düşünülmekte. (Bakınız ’Désim Aşiretinden Dersim sancağına’ Mehmet Yıldırım)
Yeni kurulan sancak Mazgirt-Mirliva-Kuzucan-Koçgiri kazalarından oluştu. Anadolu ordusu komutanı Osman Paşa Mirliva Veli Paşayı 5 bin kuruş maaşla Dersim kaymakamlığına atadı. Kemah hanedanlığından İbrahim Bey 3.000 kuruş maaşla Kuzucan müdürlüğüne, Ahmet ağa 2 bin kuruş maaşla Mazgirt müdürlüğüne ve Hüseyin Bey Koçgiri müdürlüğüne atandı. Mirliva Vali Paşa 1848 başlarında Kuzucan’a gelerek hemen ilk nüfus sayımı işine başladı. Ovacık’a giden Veli Paşa belgenin aşiret ileri gelenleri ile görüştü. Kayıtlarda Meşhur eşkıya/Sergerde olarak geçen Bozo’nun torunu Halil bile itaat etmiş uslu duruyordu. Yetkililer Sağman ve Mazgirt kazalarının nüfus defterlerini hemen hazırlayıp İstanbula gönderdiler. Ardından sancak meclisi kurulup, meclis azalarına maaş bağlanması için Bab-ı Aliden izin istediler. Devlet durumu o kadar ileriye götürdü ki Veli Paşa aşiret ileri gelenlerine Hilat Giydirdi (padişa-
hın hediyesini simgeleyen kaftan) bununla da yetinmeyip ismi geçen aşiret reislerine geçici olarak maaş bağladı. Osmanlı devleti kesenin ağzını sonuna kadar açtı. Tabi Bunları yaparken bir yandan bölgeye asker takviyesi yapmaya da devam ediyordu. Her şey yolunda gidiyordu öyle gözüküyordu. Oysa durum görünenin tam tersiydi. Bu para ve rütbe ile okşama işi ve Désim ahalisinin sabrı ancak kış bastırıncaya kadar sürdü. Şah Hüseyinoğlu Ali bey ve Bozo’nun Torunları bir araya gelerek Kuzucan’da bulunan askerlerin üzerine saldırdılar. Devlete bağlı kalacaklarına dair söz veren Timuroğlu Gulubi, Mehmet ağa, Ali ağa’da bütün mallarını alıp dağlara çekilerek isyancılara katıldı. Dersim’de durum bir anda isyana dönüştü. Bölgedeki hareketlenmeden etkilenen Koçgiri’de Hüseyin Beyi bölgelerinden çıkararak isyana katıldı.
Kurulduğu düşünülen düzen bir anda çöktü
Bölgedeki genç mülki idare durumu Harput Valisi Sabri Paşaya oda durumu Bab-ı Ali İstanbulluna bildirmekten başka bir şey yapamadı. Oyuna getirildiğini düşünen Devlet muhtemel olasılıklara karşısında bölgede beklettiği Anadolu ordusunu çok geçmeden harekete geçirdi. Bu harekât 1850/1851 seferi olarak kayıtlara geçti ve Dersimin 1937/38 öncesi gördüğü en korkunç saldırılardan biri oldu. Antranik’ in Şah Hüseyin beyin konağında gördüğü mezar taşları da bu saldırılardan nasibini almıştı. İlk kurulan 1847 Mülki idare ve kurumlaşma çalışmasından 1937/38’e kadar sürüp
giden Osmanlı/ Dersim savaşları işgal, geri çekilme, saldırı, kışı bekleme ve tekrar saldırı gibi sürekli çatışmalı ve bazen siyaseten uzlaşmacı bir seyir halinde 19.yy’lı tamamladı. Genç Ermeni Seyyah Antranik’in Dersim’e yaptığı yolculuğun son sözleriyle yazıyı bitirelim. Tujik/Désimli; İslam olmayan, şimdiye kadar hemen tümüyle başına buyruk kalarak
yurdumuzda bir tür Cumhur idaresiyle yaşamaktadırlar.
(Derrsim Gazetesi)