Biz, bu coğrafyada, yalan rüzgarlarıyla savaş ekip kan hasadıyla geçinenleri gayet iyi biliyor ve bu katilleri tanıyoruz. “Soydaş" sloganının gerisine saklanan hırsızların, kendi yurttaşlarını nasıl soyduklarını da görüyoruz.
Kimse bize üstün değer yargılarını satmaya kalkışmasın. Hırsız ve katilden “insanlık" çıkmaz. Hep beraber gördük. Ceylanpınar’da işlenen ve üstünde derin katillerin mührü aleni görülen bir cinayetten, Kürt için, ölüm fermanı çıkardılar. Kırımı ve şehirlerin yıkımını...
Öte yandan, elde patlayan, ortalığa saçılan hırsızlıkların örtülmesi, bin bir yalan bir arada karılıyor. Aniden Kudüs sevdalısı bile kesiliyor kimileri…
Kudüs varoşlarında fırtına koparma ve gidip Atinalı (Yunanlı) fukaraları kendi evlerinde aşağılama balık hafızalı ırkçı yandaşları, şoven aşı ile bağlamadır. Din, inanç teferruat…
Çok insan kandırmaya ihtiyaçları var. Çünkü, şu sıralar, oldukça sıkışıklar.
Reza Zarrab’ın adı kullanılarak, yürütülen uluslararası kalpazanlık ve dolandırıcılık harekatının, New York’ta görülen davası, “siyaseten adaletten karara bağlanmış" gibi. Mutabakat gereği olmalı, duruşmalarda ister patron deyin, ister reis, isterseniz Mario Pozu’nun dilimize soktuğu Mafya deyimiyle Baba, ama adına ne derseniz deyin, asıl büyük vurguncu, soyguncunun adı geçmiyor. Ailecek götürdüğü milyarlardan hiç söz edilmiyor…
Mahkeme salonunda, Bakanların, genel müdürlerin profili etrafındaki “hare"nin etrafında, gölgeleri oynaşmaya başlayan hırsızların efendileri, pirelenip tedirginleşiyor, bütün bunların üstüne Man Adası kıyılarına vuran dolarların evrakı eklenince, tedirginlikleri tavan yapıyor, telaş içinde, orta yere saçılmış kanıt ve belgeleri örtecek oyunlar kurmaya başlıyorlar.
Tam bu sırada Kudüs’ün İsrail’e başkent olması, Amerikan desteği yeni bir aşamaya varıyor ve bu aranan fırsat olarak değerlendiriliyor, Recep Erdoğan‘ın İsrail yüzüne karşı kopardığı öfke gürlemesi, “yedi cihanda" duyuluyordu.
Fakat o yalan, bu yalan dünyada, yalan rüzgarların savurduğu son öfke dalgası da yalandı. Çünkü Erdoğan, Kudüs’ün İsrail’e başkent olduğu yeni duymuyordu. Olay, zaten yıllardan beri fiili olarak yürülükteydi.
Yeni olan Amerika’nın İsrail uygulamasını tanımasıydı.
Ama Erdoğan’ın dolaylı yoldan kabulü daha öncedir. 2005 yılında gittiği Kudüs’te, İsrail Başbakanı Ariel Şaron‘un kendisini “Yahudi milleti ve İsrail devletinin başkentine hoş geldiniz" diye selamlayarak karşılamıştı. Erdoğan, Kudüs’ün İsrail Başkenti olmasına öfkelenmek bir yana, olumsuz tek davranış göstermemiş, tersine uygundur dercesine gülümseyerek, karşılama tiradına teşekkür etmişti.
Dahası da vardı: Marmara gemisindeki çatışmada ölenlere verilecek tazminat için İsrail ile imzalanan anlaşmada, iki ülke yerine başkentlerinin isimi yazılıyor ve anlaşmanın tarafları “Ankara ile Kudüs" diye kayda geçiyordu.
Ama, Erdoğan ilk onaydan 12 yıl sonra, Amerika‘nın uygulamayı tanıdığını açıklamasıyla heyheyleniyor, savaş tamtamlarını çalıyordu. Çünkü, günün icabı gereği, yeni uyanmış gibi yapması gerekirdi, her şeyin, bütün bir hayatın “gibi" olduğu bir yerde…
Ancak, asıl konumuza gelirsek, Erdoğan’ın Atina hesapları tam zamanında mayalanmıştı.
Avrupa söyleyecek sözü, düzenlemeyi istediği dini gösterisi var, ama kimse onu kapısından içeriye almıyordu. Kurban olarak seçilen Yunanistan ise ekonomik sıkıtı içindeydi. Belki yararı olur umuduyla mı bilinmez, ısrarla istediği randevuyu koparmış ve kendini davet ettirmeyi başarmıştı.
Oysa, demokratik bir ülke olan Yunanistan’a yakışmayan bir kabuldü. Üstelik Başbakan kravat boykotunu solculuk olarak biliyordu.
Erdoğan’ın avucunda nefeslenen TC’de ise diktatörlük hüküm sürüyordu. Aralarında yazarlar, gazeteciler, aydın ve akademisyenlerin de bulunduğu 150 bin kişi mahpustu. Kürdistan yerden ve gökten kuşatma altında, Kürtler rehineydi. Şehirler harabe, sivil siyasal liderler Selahaddin Demirtaş ve İdris Baluken‘in de aralarında bulunduğu 9 parlamenter, 85 belediye başkanı ve 10 binlerce Kürt cezaevindeydi.
“Demokratik Yunanistan“, bu eserlerin sahibi diktatörü ağırlıyordu. Ama bir diktatör ne anlasın iyilikten, nezaketi ne bilsin, uçaktan indikten bir saat sonra, yapılan iyiliğe hakaret ve aşağılama olarak avuçlarına koyuyor, önce aşağılayan edası, küçümseyen ses tonu ve buyurganlığıyla önce, Cumhurbaşkanı Prokopis Pavlopoulos’u şaşkına çeviriyor, ardından aynı akibeti Başbakan Çıpras da yaşıyordu.
Erdoğan, Atina’da oldukça “insan"dı. Yunanistan ise Lozan anlaşmasını eksik uygulayan bir hukuk tanımazdı. “Benim soydaşlarım, Türk kelimesini bile yazamıyor, dini hizmet de alamıyorlar" diyordu.
Yunanlı Müslümanlar aynı zamanda soydaşları olmuş oluyordu.
Oysa Kürtler, seçim zamanı onun “kardeşleri"ydi. O Yunanistan’ın içlerini avuçlayıp karıştıra dursun TC, eksiği bir yana Kürtlere kültürel özerklik öngören Lozan maddelerini hiç uygulamadı. Anlaşmayı daha doğarken inkar ettiler. Bugünkü kanlı olaylar, bu inkarın sonucudur.
Erdoğan rejimi Lozan’ın öngördüğü özerkliği istedikleri için Kürtlerin canını alıyor, yurdunu yıkıyor, yazılı neleri varsa yere indiriyor, dilleriyle ibadetlerini de yasaklıyor…
Anlayacağınız içerde diktatör olan, Atina’da adam gibiydi…
Ha Kudüs’e gelince Kürtleri dolduruşa getirip sokağa dökmek için, Selahaddinê Eyyubi’yi anmak kalpazanlıktır. Çünkü bunlar, Selahaddin kişiliğinde torunlarının katilidir.
Ayrıca Selahaddin’in İslamı vicdanidir, gerçektir. IŞİD Müslümanlığıyla da ilintisi yoktur.
Ahmet Kahraman / Ö. Politika