Sistem her konuda bizi kendi hegemonyasına alarak asimile etmeye çalışıyor. Dilimizden inancımıza kadar bu derinlik devletin amacı ile mevcuttur. Kendisine uygun dili her alanda üretip zorbalayarak öğretiyor. Örneğin; çatışmada öldürdüğü gerilla veya sıradan halktan insanların haberini veririken; “2 terörist ölü ele geçirildi” der. Kimin öldürdüğü net belli iken neden; “ölü ele geçirildi” denir? Çünkü kendisini olayın dışında tutma çabasıdır ki bu dil savaş dilidir. Avrupa’da yaşayan çoğu Kürt veya diğer halklardan insanlar hala kendilerini tanıtırken baskıdan sıyrılmadan dil alışkanlığı sürçmesi ile; “Türküm” deyip sonra toparlayıp; “Türkiyeliyim ama Kürdüm” benzerinde kendilerini tanımlarlar. Söylenen halk türkülerin tümüne, zeybekten, baraka, deyişten, bozalaka kadar hepsine; “türkü” deyip Türklük aidiyeti kazandırarak sanatın dilini de hizalamıştır. Asimilasyon politikası zorbalığından inancın duanın ibadetin dili de değişmiştir.
Biliriz ki asimilasyon sadece dillere olan baskı ile değil. Bu net görülse de asıl tehlike başka, zira asimilasyon aslında kültürel değişiklikle başlar. Yemeklerinden, el işi örgüsüne, kız istemeden düğün merasimine, cenaze sırlamadan, halk oyunlarına kadar toplumsal değerlerle oynayıp geleneksel tavrı bozarak asimilasyon sağlarlar. Bu nedenle asıl ‘müslüman biziz’, ‘aslında namaz bizim’, ‘asıl Türk biziz’, ‘Horasan’dan gelmişiz’ gibi düzmece bir algı ile Alevilik ciddi anlamda zedelenmiş, hırpalanmış hizaya getirilmiş ve kendi terminolojisi unutturulmuştur.
Benim doğduğum köyde cami yoktu, imam yoktu, müftü yoktu, keşiş yoktu, haham yoktu, sinegog-havra yoktu. Rayber, Pir ve Mürşit vardı. Bir de unutmadan; Derwişler vardı. Onlar zamansız gezerdi. “Bir lokma bir hırka” dan ötesine tamah etmeyen ulu dervişler. İşte; “gerçeğe hü erenler” onların selamıdır.
Dersim’de kiliseler vardır. Bu kadim topraklarda farklı inançların da yaşadığının izleridir. Birde Nisongê dedikleri yerler vardı. Bu bazan yaşlı büyük bir ağaç, bazan büyük heybetli bir kaya veya birkaç taşın üst-üste konmasıdır. Bırakın aşireti her sülalenin Nisongêsi vardı. Dağların tümü kutsaldır ve bütün ormanlar korunaklıdır. Bütün doğa ve hayvanlar masumdur. Bugün moda deyimle “doğa severler” ve “hayvanseverler” hiç oburlanmasın bu kadim topraklarda dua onlarla başlardı. Sabah güneşin doğuşuna günün ışımasına dönüp önce; “ya ümmetin annesi; dağa, ovaya, ağaca, suya, kurda- kuşa, ümmete, konu-komşuya sağlık ver, sonra kenarda bir yerde bana ver” derlerdi.
“Ez Kirmanco naca Kirmancîya zone ma Kirmanckîyo. Naca hardê Dewrêşo, zonê Xiziro, Gola De(r)sim’a.” Bu iki çözümlemeden her biri diğerini reddetmeden tümler. Ezoterik bir yaşam biçimi olan bu kült ancak bunu yaşayanların ifade biçimi ile anlatılır. Alevilik yazılmışlığın ötesinde yoldaki hali yani; “yaşanmışlığı” ile değerlidir.
Peki ne vardır? Cemevi yoktur, kentleşmede mecburen olmuştur. Cem; köyün en fakirinin evinde yapılırdı. Nedeni ise; onun gururunu incitmeden gelen lokmaların o evde kalması ve katkı olması amacıyladır. Devlet yoktur, dargın küskün varsa cemde halkın huzurunda dara çekilir. Yaratılmak yoktur, ölü yoktur, cenaze namazı yoktur, afiyet olsun yoktur, Allah rahmet eylesin yoktur, toprağı bol olsun yoktur. Şundan bundan geldik yoktur.
Peki ne vardır? Doğmak vardır, hakka yürümek vardır, sırlama erkanı vardır, devr-i daim olsun vardır, helal xoş olsun vardır. Haq ehli olmak vardır. Haq ve hakikat en değerli şeydir; “Qal û bel” den beri vardır. Öncesiz ve sonrasızdır. Kutsal olan “Yol”dur zira her şey yoldadır.