Lozan Antlaşması’nın 38-45. maddelerinde; Kürtler gibi ulusal ve Aleviler gibi dinsel azınlıklara çeşitli kültürel ve dinsel haklar öngörülmesine ve bu haklar Kemalist yönetimce de kabul edilmesine rağmen; gerek 24 Eylül 1925 tarihinde gizlice çıkarılıp uygulamaya konan Şark Islahat Planı, gerekse aynı yıl yapılan çeşitli kanuni düzenlemelerle, bu haklar gizli ve açık planda hile yöntemleriyle gasbediliyordu.
Şark Islahat Planı’nın 14,15,16,17’inci maddeleri “Kürt dilinin yasaklanmasını ve eğitim yoluyla Kürtler’in asimilasyonunu” hükme bağlıyordu. 14. maddede;
Kürt yerleşim merkezlerindeki “hükümet ve belediye daireleri ile diğer kurum ve kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den başka dil kullananların Hükümetin ve Belediyenin emirlerine karşı gelmekle suçlanarak cezalandırılmaları” öngörülüyordu.
Sanki 13. yüzyılın Karamanoğlu Mehmed Bey’i geri gelmiş ve Türkçe’den başka dillerin kullanılmasını yasaklıyordu!.. Türkçe’den başka dil bilmeyen K.Mehmed Bey’den 700 yıl sonra gelen bu Kemalist yasak, ötekinden bütünüyle farklı olarak diğer kültürlerin ve kimliklerin bitirilmesini hedefliyordu.
Şark Islahat Planı’nın 17. maddesinde; “Fırat’ın batısındaki illerin bazı kesimlerinde dağınık olarak yerleşmiş olan Kürtler’in Kürtçe konuşmalarının mutlaka yasaklanması ve kız okullarına önem verilerek kadınların Türkçe konuşmalarının sağlanması” kararlaştırılıyordu. Yine aynı Plan’ın 15. maddesi, Türk Ocakları ve Okullar aracılığıyla Kürtler’in asimilasyonunu; aynı maddenin ikinci fıkrası ile Plan’ın 16. maddesi ise özellikle “Dersim’in yatılı bölge okulları yoluyla Türkleştirilmesini” öngörüyordu.
Asimilasyon ve Türkleştirmeye tabi tutulması kararlaştırılan öncelikli bölgenin Alevi- Kürt yoğunluklu Fırat’ın batısı olması, konumuz açısından özellikle önemlidir.
‘Şarkı’ yerini ‘Türkü’ye terkediyordu
Aslında Kemalist yönetim, bu tarihten sonra toplumda tektipleştirmenin doğal sonucu olarak “Türk- İslam geleneği”ne ters düşen her türlü müzik akımını da engellemeye çalışıyordu. Nitekim, M. Kemal 14 Ekim 1925’te İzmir Kız Öğretmen Okulu’nda bu niyetini şu sözlerle ortaya koymaktadır:
“Hayatta musiki lâzım değildir. Çünkü hayat musikidir. Musiki ile alakası olmayan mahlukat insan değildir…Musikisiz hayat zaten mevcut olmaz. Musiki hayatın neşesi, ruhu, süruru ve her şeyidir…” (Bkz. Cumhuriyet Hafta, 15 Kasım 2002).
Bu çelişkili sözleri okuyan, ilk bakışta buna bir anlam veremez. Oysa, 1926 yılında geleneksel müziğin eğitimi resmen yasaklanırken; yalnızca İstanbul Belediye Konservatuvarı’nın tasnif ve derleme kurulu çalışmalarına devam eder.
Bu derlemelerin temel amacı ise, sonradan oluşturulması planlanan Türk müziğine altyapı ve kaynak oluşturmaktır.
Nitekim, İstanbul Belediye Konservatuvarı’nca Anadolu’nun ve Kürdistan’ın çeşitli bölgelerinde yapılan ilk derlemeler, daha çok “Şarkı” adıyla yayımlanırken, bu isim sonradan yerini tümüyle “Türkü”ye terkediyordu. Bu halk şarkılarındaki “Kürt” kavramı yerini sonradan “Türkmen” ve “Türk”e bırakıyordu.
Türk kültürüne ve müziğine altyapı oluşturma adına, Koçgiri ve Dersim’in efsanevi şairi, “Taki” mahlasıyla Kürtçe ve Türkçe şiir söyleyen Alişêr’in de üç ezgili şarkısı hapishane ortamında başka şahsiyetlerden derlenerek, taşplak haline getirilmiştir.
Mustafa Kemal’in 1925’te yetkilendirerek, başta Dersim olmak üzere Kürt illerine gönderdiği etno- politik raporlar hazırlamakla görevli resmi danışman Prof. Hasan Reşit Tankut, 1949’da Cumhuriyet Halk Partisi yönetimine verdiği Aleviler’e ilişkin gizli raporda; Türkler’in yanı sıra Kurmanç ve Zaza Kürtler’in ibadet dilinin Türkçe olduğunu, ancak “Alişêr’in Türk yönetimine inat olmak üzere eserlerini Zazaca verdiğini” iddia ediyor ki, bunun yaşanan gerçeklikle ilişkisi yoktur.
‘Her Türk’e düşen milli bir görev’
Şark Islahat Planı, 1926 yılından başlayarak uygulamaya konmuş, ancak üstüste gelen direnişler yüzünden tümüyle başarıya ulaşamamıştır. Ancak, bellibaşlı direnişlerin bastırılmasından sonradır ki, 1930 yılında İçişleri Bakanlığı’nca Kürtler’in ve Aleviler’in yaşadığı bölgelere bir gizi Genelge gönderilir. Dersim katliamında da önemli rol oynayan Şükrü Kaya tarafından hazırlanıp illere gönderilen bu çok gizli ve önemli Genelge’nin özellikle iki maddesi konumuz açısından son derece ilginçtir.
Genelge’nin 9. maddesinde şöyle denmektedir: “Türklüğe ve Türkçeye pay ve paye vermek, som Türklüğün ve özellikle Türkçe konuşmanın yalnız şerefli olduğunu değil, maddeten kârlı olduğunu da kendilerine doğrudan göstermek.”
Genelge’nin 12. maddesi ise konumuz açısından daha da ilginçtir: “Kıyafetin, şarkıların, oyunların, düğün ve toplum gelenek ve göreneklerinin de milliyet ve ırk duygularını daima uyanık tutan ve toplumları geçmişlerine bağlayan bağlar olduğu unutulmamalı. (…) Ve her Türk’e düşen milli ve önemli bir görevdir.” (Bkz. M. Bayrak: Kürtler ve Ulusal- Demokratik Mücadeleleri, Özge yay. Ank. 1993,s. 508)
Görüldüğü gibi, günümüzde “Türk- İslam Sentezi” olarak değerlendirilen “Türk- İslam geleneği”ne aykırı görülen tüm zenginliklerin yokedilmesi ve toplumun bu yolla “temdin” edilmesi yani Türkleştirilmesi öngörülmektedir. Bu kavram, resmi kalemşörler tarafından “Dersim” olgusu için sıklıkla kullanılmıştır.
Kürt kimliğinin bir parçası olarak Kürt ve Alevi kültürü üzerinde uygulanan yasaklama, asimilasyon ve ipotek koyma politikaları; Kürt aydın ve örgütlerince her vesileyle eleştiri konusu edilmiştir. Sözgelimi Kürt Xoybun Örgütünce 1945 yılında Sanfransisko Konferansı’na verilen “Muhtıra- Mektub”un 4. maddesindeki şu belirleme, özellikle Kürt ve Alevi kültürüne konan yasak ve ipotek açısından daha bir anlam kazanmaktadır:
“Türkler; Kürt dilinin kullanılmasını, Kürt giyim- kuşamının taşınmasını, Kürt şarkılarının söylenmesini yasaklamışlardır. (…) Resmi Türk politikasıyla, zararsız halk şarkıları, ‘irtica şarkıları’ oldu.” (Bkz. M. Bayrak: age, s. 595)
Açıktır ki, Kürt aydınlarınca bir uluslararası platformda 1940’larda dillendirilen, 1930 tarihli gizli Genelge’ye tepki niteliğindeki bu belirleme, özellikle konumuz açısından son derece önemlidir.
Aleviler’e uygulanan ‘Saz’ yasağı
Nitekim, 1960 Cuntası’nın, “Alevi Kürt ozan ve âşıklarının, Kürtçe ezgilerle Türkçe söylemeye özendirilmesini” öngören gizli Raporundan ve üstteki gizli Genelge’den habersiz olduğu anlaşılan ünlü romancı Yaşar Kemal’in, daha 1960’lı yılların başlarında Ant Dergisi’nde anlattığı ilginç bir olay, son yıllarda yeniden bilince çıkarılmış bulunuyor. Yaşar Kemal’in, düzenle her dönem barışık yaşamaya çalışan ünlü halk ozanı Aşık Veysel’den kaynaklı anlatımı şöyle:
“Bir zamanlar sazımla Sivas’a inemez olmuştum. Bir polis, bir jandarma sazımı görmesin; hemen elimden alıyor, doğru fırına atıyorlardı. O zamanlar Sivas’ta niçin Aşık Veysel’in sazını alırlar da yakarlardı? Şükrü Kaya’nın Dahiliye Vekilliği sıralarındaymış. Ahmet Kutsi Tecer de tam bu sıralar Sivas’ta öğretmenmiş. Bir gün Veysel ona gelmiş. Tecer (Hani sazın?) diye sormuş. Veysel de başına gelenleri anlatmış. Ahmet Kutsi Tecer, Vali’ye gitmiş. (Vali Bey) demiş, (Bugün polisler Aşık Veysel’in sazını elinden alıp fırınlamışlar. Doğru mu bu?). Vali, (Doğru) demiş. Tecer (Neden?) diye sormuş. Vali: (Saz çalmak gericiliktir. Saz gerici bir müzik âletidir. Dahiliye Vekaletinden böyle emir aldık. Tecer Vali’ye, sazın öyle bir şey olmadığını dili döndüğünce anlatmaya çalışmış, olmamış. Anan yahşi, baban yahşi…Kutsi Tecer gelmiş Ankara’ya, sazın gerici bir âlet olmadığını anlatmak için akla karayı seçmiş ama anlatmış sonunda. Halk şairlerinin sazları da fırınlanmaktan kurtulmuş.” Bu konuda yapılan yorumlarda; Aşık Veysel bile sistemin hışmına uğruyorsa, artık muhalif olan âşıkların halini varın düşünün!” deniyor. Kemalistler, sözkonusu olayın perde arkasını bilmeden, 1930’lu yıllarda Fransa’da eğitim yapmış Ahmet Kutsi Tecer’in öncülüğünde Sivas’ta “Aşıklar Bayramı”nı düzenlemek ve birçok âşığın tanınmasını sağlamakla övünürler. Oysa, işin içyüzü budur ve bu türden asimilasyoncu ve ipotekçi politikalar, ne yazık ki özellikle Alevi- Kürt Âşık ve Ozanlar üzerinde son derece etkili olmuştur…
‘Ne sen söylemiş ol, ne ben…’
1950’li ve 60’lı yıllarda Kürt toplumu arasında Kürtçe/Türkçe şarkı derlemeleri ve röportajlar yapan ve bu röportajları Ahmed Arif’in şiirleriyle süsleyen gazeteci- yazar Fikret Otyam, konuyla ilgili ilginç bir anekdotu şöyle aktarır: “(Yazı ve kitaplarımı) yayımlarken yıllarca (Kürt) diyemedim, (Türkmen) demek zorunda kaldım. Öyle bir manevi baskı vardı ki…Gazete koymazdı yazımı.
Doğu’dan Kürtçe türküler derlemiştim. Akılalmaz şeyler…Mustafa Geceyatmaz diye bir türkücü vardı. Şahittir. Ankara Gazeteciler Cemiyeti’nde, rahmetli Cemal Gürsel, o zaman Devlet Başkanı, sordu: “Ne haber, ne yaptın?”. “Doğu’dan geldim paşam, türkü derledim. Kürtçe türküler.”
Ben biliyorum, bunları alacaklar, Türkçeye çevirecekler. Dedim ki: “Zaten Ankara Radyosu orada zor çeker. İran, Irak, Suriye radyoları dinleniyor. Bunları burada yayınlasak.”
Şöyle bir etrafına baktı: Yahu, bunu ne sen söylemiş ol, ne ben duymuş olayım” dedi.” (Fikret Otyam: Yıllarca Kürt Diyemedim, Özgür Ülke, Sayı: 221/ 1994)
Fikret Otyam, başka bir açıklamasında ise, Kürt toplumundan derlediği Kürtçe şarkıların, sözleri çevrilerek veya üstüne Türkçe sözler yazdırılarak, 1960’lı yıllarda radyolarda yayımlandığını itiraf etmektedir. (Bkz. Baskın Oran: Türkiye Kürtleri Üzerine Yazılar, İletişim yay. İst. 2010, s. 413).
Geçmişte Kürt müziği icra eden nice mahalli sanatçı, Cumhuriyet’ten sonra zorunlu olarak Türk kültürü kulvarına girerken; bu sanatçılar “özü Kürt, sözü Türk” olan şarkılarla kitlenin karşısına çıkıyorlardı. Gerçekten Atatürk’ün döneminden beri Halk Müziğinin en ünlü isimleri, bir anlamda “Türkçe sözlü Kürt halk müziği” icra eden Kürt sanatçılar veya bu gelenekten gelenler olmuş. Atatürk döneminin ünlü sanatçılarından Diyarbekirli Celal Güzelses’in; Urfalı Mukim Tahir, Cemil Cankat ve Kel Hamza’nın; Erzincanlı Salih’in , Zaralı Halil’in, Malatyalı Fahri’nin ve bunların günümüzdeki devamcısı Kürt kökenli sanatçıların bu anonim halk şarkılarını tepe tepe kullandıklarını kim inkâr edebilir?..
Acı gerçek buyken; Diyarbakır’daki görevi sırasında Celal Güzelses’e “Şark Bülbülü” unvanı veren Atatürk’ün, 1930’lu yıllarda onun “Türk”lüğünü kanıtlamak için, Almanya’dan getirttiği kafatası ölçüm âletiyle kafatasını ölçtürmesine ne demeli?..
Kürdistan’dan Horasan’a Ozanlık…
Milat’tan önce 4. yüzyıldan başlayarak, belli dönemlerde konaklayarak, 8-10. yüzyıllarda yükselişe geçen Kürt halk şiirinin, Kürt halkının anlatım dünyasında özge ve özgün bir yeri vardır. Kürt halkının çok zengin bir halk edebiyatı yarattığı bilinmektedir. Ancak ne yazık ki, bu yaratmalar daha çok “Sözlü Halk Edebiyatı” geleneğine dayalı olduğu için, bu ürünlerin büyük bir bölümü günümüze ulaşamadan yitip gitmiştir. Bunun önceki sorumlusu, modernleşip halk katında yazılı edebiyata geçemeyen gerikalmış toplumlar ve yönetimler ise, yakın dönemdeki sorumlusu ise bu ürünlerin yazıya aktarılmasını engelleyen, yukardanberi anlatmaya çalıştığımız şovenist- asimilasyoncu yönetimlerdir.
Yaşayageldiğimiz bu acılı süreci, 1970’li yıllarda Eşkıyalık ve Eşkıya Türküleri adlı çalışmayı hazırlarken bir kez daha duyumsamıştım… Eşkıya ağıtlama- türküleri denince; ilk akla gelen bölgelerden biri Kürdistan, ilk akla gelen toplumlardan biri de Kürt toplumudur. Böyleyken, yöremizde sözlü edebiyat geleneği çerçevesinde üretilen eşkıya türkü ve ağıtları, anlatım dili Kürtçe ile yazılı edebiyata hemen hiç yansımamış, yansıyanlar ise Türkçe olarak verilmişti…
Yalnız müzik folkloru açısından değil, Âşıklık ve Ozanlık Geleneği açısından da durum aşağı yukarı aynıdır. Türk Müziği üzerine çalışma yapan başlıca Batılı araştırmacılardan Bela Bartok ile Kurt ve Ursula Reinhard, bunu doğrudan bana söylediği gibi; “Sânger und Poeten mit der Lute/ Türkische Âşık und Ozan” (Berlin, 1989) adlı çalışmasıyla ortaya koyuyor. Dünden bugüne bu geleneği sürdürüp, kitapta yer verilen Âşık ve Ozanlar’ın büyük bir bölümünün Sivas, Maraş, Antep, Urfa, Malatya, Elazığ, Dersim, Erzincan, Erzurum, Kars ve Çorum’lu olması anlamlı değil midir? Buradaki Sivas, Maraş, Malatya, Elazığ, Erzincan ve Erzurum’un bir biçimde Dersim’le ilişkili olduğunu da unutmamak gerek.
Çalışmalarını başta İran ve Horasan mistik müziği olmak üzere Doğu müzikleri üzerinde yoğunlaştıran ünlü Fransız araştırmacı- müzikolog Jean During; önemli bir bölümü Dersim bölgesinden göçmüş ya da göçürtülmüş olan Albruz ve Horasan Kürtleri’nin müziği ile Anadolu arasında karşılaştırma yaparken, “Türkçe sözlü Kürt müziği geleneği”nin ikinci versiyonu konusunda şu ilginç sonuca varıyor:
“Türkçe şarkı söyleyen ve atalarının dilini bilmeyen Anadolu saz şairleri ve âşıklarının büyük çoğunluğunun aslen Kürt Alevileri oldukları ve Kürt müzik kültürünün mirasçıları oldukları genelde bilinmiyor… Gerçekten, amatörce korunan başlangıçtaki repertuarları dışında dörtyüz yıldan beri bulundukları topraklara yerleşmiş olan Horasan Kürtleri, Türk şiirini ve dilini birleştirip Horasan’ın Türkçe konuşan saz şairleri haline gelmişlerdir. Bu sayede de mükemmel bir ortak yaşam standardı yakalamışlardır. Bu olay pek de bilinmiyor. Horasan’daki Türk bakhsi (baxşi) ve ozanların oluşturdukları büyük ailelerin orijinlerinin Kürt olduklarını ortaya çıkarmak için titiz bir araştırma gerekiyor.” (Bkz. J. Düring: Kürt Müziği Üzerine Notlar, Özgür Politika Eki, Sayı: 55/ 1998).
‘Ahlê Haq Kürtler’de tambur kutsaldır’
Jean Düring, “Çalgıları, Batı Kürtleri’nin de kullandığı ve saz veya tanbur gibi adlarla adlandırdıkları uzun saplı dotar olacaktır. Bu çalgıların, tipik Kürt çalgıları olduğu yaygın olarak söylenmektedir. Araplar bu çalgıyı çalmazlar, çünkü Kürt diline uygundur. Ahlê Haq Kürtler’de tambur kutsaldır ve Êzîdîler’de kamış flüt, ney, darbuka ile aynı kutsal yerlere uygun görülür. Aleviler’de de aynı şekilde saz yaygın ve semboller yüklenen bir çalgıdır.”(Agy)
Gerçekten de Kürdistan’da va Anadolu’da özellikle Aleviler arasında tambur, saz ya da Türkçe deyişiyle bağlama; töre ve törenlerin vazgeçilmez çalgı aracı ve kutsal simgesidir. Ancak, saz çalma tekniği, Anadolu Alevileri arasında bile değişmektedir. “Teke yöresinde yani Burdur, Antalya, Fethiye dolaylarında üç telli cura ile sap üzerinde çalınarak müzik icra edilmektedir. Denizli yöresinde özellikle Zeybeklerde ‘dövme’ diye adlandırabileceğimiz, parmak uçlarıyla perde üzerinde tellere vurularak çalınmaktadır. Buna karşılık Horasan’da yaşayan Alevi ozanları, sazı‚ şelpe ve pençe’ tekniğiyle çalmaktadırlar. Maraş, Dersim, Malatya, Erzincan, Sivas bölgelerinde sıkça kullanılan şelpe tekniğinde, özellikle Elbistan dedelerinin ustalığı ve otantikliği dikkat çekmektedir.” (Bkz. Ali Alagöz: Bağlama ve Şelpe’nin Tarihi ve Kökeni, Gözcü der. Sayı:2/ 1998).
Kürtçe âyet ve beytler azaldı
Konuya “Alevi- Bektaşi Müziği” açısından yaklaşan araştırmacılar da, Anadolu ve Kürdistan’da aşağı- yukarı aynı müzik coğrafyası ve insan dokusuyla karşılaşmaktadırlar. Sözgelimi Alevi- Bektaşi Müziği konusunda bir çalışma yapan araştırmacı Melih Duygulu’nun üzerinde yoğunlaştığı ve odaklandığı bölgeler şunlardır: Adıyaman, Çorum, Erzincan, Antep, Maraş, Malatya, Sivas, Urfa, Tokat, Tunceli.
Atatürk’ün etno- politika danışmanlarından Prof. Hasan Reşit Tankut da, Anadolu ve Kürdistan Alevileri’nin bağlı bulunduğu şıx, seyyid, pir, dede ve babalar’ın, bilimsel deyimle bablar’ın Malatya, Elazığ, Tokat, Dersim, Merzifon ve Suriye’de Lazkiye gibi yerlerdeki Ocaklar’dan çıktığını söyler ki; bu gizli belirleme de, Alevi- Bektaşi Müziği yayılım alanıyla çakışmaktadır. (Bkz. M. Bayrak: Kürdoloji Belgeleri-I, Özge yay. Ank. 1994,s. 298).
Burada, değişik kaynaklardan giderek verdiğimiz iller dökümünün “Fırat’ın batısı”na rastlayan ve sıkı bir eritmeye tabi tutulan Alevi- Kürt yoğunluklu coğrafyaya tekabül ettiği hemen dikkat çekmektedir. Yine Cumhuriyet dönemi boyunca uygulanagelen politikalar sonucu, başta Dersim/Sivas/ Malatya ekseni olmak üzere Alevi- Kürt kökenli unsurlar önemli ölçüde eriyerek Türkleştiği gibi; sanatsal üretimde de gizli ve açık politikalarla özendirilen ve kayırılan Türkçe’ye bir akışın olduğu ortadadır. Bu konudaki önemli dönemeçlerden biri, Kemalist yönetimin baskı ve zoraki asimilasyonu ise, ikinci önemli dönemeç de 1950’lerde yoğunlaşan köyden kente göçler ve 1960 Askeri yönetiminden sonraki bilinçli yönlendirme ve edebiyatı “Türkleştirme” dir…
Kürtçe eğimin yasaklı olduğu Kürt yerleşimlerinde bir bütün olarak Kürt yazarların, özelde de Kürt halk ozanlarının Türkçe’ye yönelmelerinde bu süreç son derece etkili olmuştur. 1960’dan sonraki Sosyalist hareket de, kitlelere ulaşmak için Türkçe söylemede bir itme görevi görmüştür, dersek sanırım yanılmış olmayız. İki kimliğinden dolayı da rejimle ters düşen Alevi- Kürt halk ozanlarının yoğun biçimde Türkiye İşçi Partisi saflarında va daha sonraki sol akımlar içinde yer almaları, bu açıdan anlamlıdır.
Evlerinde, sokakta Kürtçe konuşup, Kürtçe düşünürken eserlerini ağırlıkla Türkçe vermelerinin kuşkusuz ana etkenlerinden biri de, Kürt yazı dilini bilmemeleridir. Bir bölümü okuma- yazmasız olan bu halk ozanlarının Türkçe eğitim görenleri de, Kürt yazı dilini bilmemektedir. Bilindiği gibi Kürt dilinde, Türkçe’de bulunmayan bazı farklı sesler vardır: î, ê, v, w, q, x, xw gibi. Kürt yazı dilini bilmeyen bir kişinin Kürtçe düşünse bile, düşünce ve anlatımlarını yazıya aktarması mümkün değildir. Bu nedenle, Kürt literatüründe âyet ve beyt olarak nitelendirilen ve sözlü gelenekte kalan Kürtçe Alevi deyişlerinin önemli bir bölümünün yitip gittiğini, yukarda vurguladığımız gerekçelerle Alevi- Kürt ozanların da ürünlerini çoğunlukla Türkçe vermek zorunda kaldıklarını belirtmeliyiz. Alevi deyişlerinin çoğunlukla Türkçe olmasının temel nedenleri bunlardır. Nitekim, sözlü gelenek çerçevesinde Dedem tarafından söylenen yaklaşık 20 dolayında Kürtçe âyet ve beytin; dayılarım zamanında 10 dolayına indiğini, günümüze ise bunlardan yalnızca birkaçının kalabildiğini üzülerek hatırlıyorum. Boşuna dememişler, “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” diye. Yazılı literatüre geçmeyen bir zihinsel ya da sanatsal üretim, süreç içerisinde yitip gitmeye mahkumdur.
Ancak belirtelim ki, bu deyişler Türkçe bile verilmiş olsalar, özünde Kürt Aleviliğini terennüm ederler. Zaten deyiş makamları da, hemen tümüyle Türk Alevileri’nin makamlarından farklıdır. Öte yandan, gerek Kürt Alevi ezgileri, gerekse Kürt kökenli Alevi ozanları, günümüz Aleviliğinin adeta omurgasını oluşturmaktadır.
MEHMET BAYRAK