Anayasaya göre “Matbuat kanun dairesinde serbest”ti.
Ama öyle kanunlar, öyle nizamnameler çıkmıştı ki ortada bir gıdım serbestlik kalmamıştı.
Bu durumu hicveden bir karikatür çizdi Teodor Kasap.
Elleri kocaman zincirle bağlanmış Karagöz’ü görünce şaşırır Hacivat.
“Nedir bu hal Karagöz?”
Cevabı hazırdır:
“Kanun dairesinde serbesti Hacivat”
Her gün yeni bir yasak konuyordu II. Abdülhamit döneminde.
Matbaa açmak isteyenler padişahın kutsal haklarına ve devletin çıkarlarına dokunur eserler basmayacağına dair bir senet imzaladıktan sonra alabiliyorlardı ruhsatnameyi.
Matbaaların kapısını kapatmak yasaktı. İçeride işçiler baskı yaparken kapıların sadece bir zembille örtülmesi şart koşulmuştu. Yanındaki binalara, dükkanlara geçit veren bir kapının ya da pencerenin olması da yasaktı. Çünkü her an sansür memurları ve zabıtalar basabilmeliydi matbaayı.
Bir nizamname vardı ki, evlere şenlik.
Her şeyden önce dünya değer Padişah Hazretlerinin sağlığı, ürünün bolluğu memlekette sanayi ve ticarin ilerlemesi üzerine haber verilecekti.
Dizi yazılarda “Arkası Var”, “Devamı Var” gibi ifadelerin (Mabadı Var) kullanılması yasaktı.
Bir takım uygunsuz varsayımlara ve zihinleri karıştırmaya sebep olacağı için bir makalede beyaz yerler ve noktalarla geçilen boş yerler kesinlikle bırakılmayacaktı.
Valilerin ve kaymakamların hırsızlıkları, yiyicilikleri, cinayetleri kesinlikle yayınlanmayacaktı.
Yabancı hükümdarlar aleyhinde yapılan suikast girişimlerinin ve yabancı memleketlerde yapılacak kargaşa çıkarıcı gösterilerin sadık ve kendi halinde ahalimizce bilinmesi uygun olmadığından, bunların kesinlikle yayınlanmaları yasaktı.
Bu yasaklar çerçevesinde İran’da ilan edilen yeni anayasayı öğrenememişti Osmanlı ahalisi.
Çarlık Rusyası’nda Duma’nın yani parlamentonun kurulduğundan da haberdar olamadılar.
Yabancı hükümdarlara yapılan suikastları haber yapmak yasak olduğu için II. Abdülhamit’in tebaası Fransa Cumhurbaşkanı’nın kalp durmasından, Amerika Başkanı’nın çıbandan, Avusturya İmparatoriçesi’nin göğüs darlığından öldüğünü sanıyordu. Oysa hepsi suikasta kurban gitmişti.
Öyle çoktu ki yasaklar, bu nizamnameyi yayınlamak bile yasaktı.
Bir yandan sansür memurları, diğer yanda zaptiyeler, öte yandan jurnalciler göz açtırmıyordu gazetecilere.
Gazeteler basılıyor, gazeteciler sürgüne gönderiliyor; Muhbir, Vatan, İbret, Handika, Sirac, Diyojen gibi gazeteler, dergiler kapatılıyor, “sakıncalı” kitaplar hamamların külhanlarında yakılıyordu.
Sözcükler de yasaklanıyordu sık sık; ıslahat, hürriyet, müsavat, vatan, cumhuriyet, bomba, dinamik, burun..
II. Abdülhamit’in burnu çok büyük ve çirkin olduğu için yasaklanmıştır bu sözcük. Ama bakın ucu nereye kadar varmıştır.
Hüseyin Cahit (Yalçın) Pierre Loti’den çevirdiği İzlanda Balıkçısı’nda coğrafi bir tanım olan “burun” yerine “karaların denizlere doğru ilerlediği yer” der.
Tahtan indirilen V. Murat’ı akla getirir diye Murat ve Muradiye sözcüklerini kullanmak da yasaktı.
Bursa’daki Muradiye Camisi’nin onarım işi bitmiştir ve açılış töreni yapılacaktır. Yıl 1904. Bu haber gazetelere “Muradiye” sözcüğü geçmeden girer:
“Ebülfeth Sultan Mehmet Han Hazretlerinin pederi cennet mekanlarının Bursa’daki cami-i şerifi mükemmelen tamir edilmiş…”
1901’de bir Fransız tiyatro topluluğunun oynamak istediği Cyrano de Bergerac oyunu, Cyrano’nun büyük ve çirkin bir burnu olduğu ve oyunda buna ilişkin bir tirad olduğu için yasaklandığı bile anlatılır.
Örneğin “tahtakurusu” yazmak da yasaktı, çünkü “tahtı kurusun” biçiminde okunabilirdi.
Hatta II. Abdülhamit sansürü bu coğrafyanın ilk resmi gazetesi Takvim-i Vakayi’yi bir dizgi hatası nedeniyle 12 yıl boyunca kapatmıştır.
Bunca yasak, bunca sansür bile günün birinde II. Abdülhamit’in tahtan düşmesine engel olamamıştır.
İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, ilkokuldan ortaokula, liseden üniversiteye kadar II. Abdülhamit sansürü bize hep bu coğrafyanın basın özgürlüğü açısından yaşadığı en karanlık süreç olarak öğretilmiştir.
En ufak sansürde “Abdülhamit geri mi geldi” diye sormaktan kendimizi alamadık. Tepkimizi “Bu resmen Abdülhamit sansürü” diyerek gösterdik.
1908’de İkinci Meşrutiyet’in en gözde sloganıydı “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet”.
Müstebit II. Abdülhamit yüz yılı aşkın bir süre önce tahttan indirildi.
Ancak bugün bakıyoruz aradan geçen onca zamana kadar basın ve ifade özgürlüğü savaşımı veren Türkiyeli gazeteciler bu yüz yıllık sloganı dillerinden düşürmüyorlar:
“Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet”
Çünkü şu anda Türkiye hapishanelerinde 150’den fazla gazeteci ve yazar yatıyor.
123 gazeteci aranıyor.
46 gazetecinin pasaportu iptal edilmiş.
54 gazetecinin mal varlığına el konulmuş.
800’e yakın gazetecinin Sarı Basın Kartı iptal edilmiş.
Sadece son bir yıl içinde 62 gazete, 29 televizyon, 19 dergi, 34 radyo, 30 dağıtım ve yayınevi kapatılmış. 20 haber sitesine erişim engeli konmuş.
Ama bu ülkede iktidar sahipleri hala “İddia ile konuşuyorum. Ne Avrupa’sında ne de diğer ülkelerinde, Türkiye’deki basın kadar özgür bir medya yoktur” demekten kendilerini alamıyorlar.
Oysa bu ülke II. Abdülhamit istibdadını aşmış, III. Abdülhamit sansürüne sıçramış.
Bu yüzden “Bütün zamanların en büyük sansürcüsü” olarak andığımız II. Abdülhamit’e bu saatten sonra bir özür borcumuz var.
Görünen o ki, önümüzdeki süreçte bu borcumuz daha da artacak.
Bakmayın Cumhuriyet’ten yedi arkadaşımızın serbest bırakılmasına. Bu şu andaki iktidar için “hapishanelerde yedi gazetecilik boş ranza var” anlamına geliyor.
Bazen çok duyulmuyor ama, özellikle Kürt gazetecilere yönelik gözaltılar, tutuklamalar tüm hızıyla sürüyor.
Bu durum da bize şimdiki iktidar tarafından, “cezaevinde hiç gazeteci yok”, “dünyanın en özgür basını bizde var” yalanlarıyla yutturulmaya çalışılıyor.
Bu II.Abdülhamit’in değil, III. Abdülhamit’in istibdadı ve sansürüdür.
Bugün yaşadıklarımız yüz yıl önceki “II.Abdülhamit istibdadı”na rahmet okutuyor.
O zaman yüz yıl önceki “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet”i günün koşullarına uyduralım:
“Yaşasın II. Abdülhamit İstibdadı, Kahrolsun III. Abdülhamit Hürriyeti.”
artıgercek