Kendisiyle ilk kez birlikte olduğumuzdan bu yana kesintisiz süren ilişkimde en uzun süreli ayrılıklardan birinin ardından ayak bastım Diyarbakır’a.
Uçaktan iner inmez, kendime verdiğim sözü yerine getirdim. Önce Tahir’e uğradım. Sevgili dostum Tahir Elçi, isminin üzerine “Barış Elçisi” sıfatı yazılı bir mezartaşının altında, Yeniköy Mezarlığı’nda. Havaalanından çıkıp, Bağlar’a varmadan orada yatıyordu…
Özgür Gün Televizyonu’nda “Haber Nöbeti” için Diyarbakır’a gelmiş arkadaşlarla birlikte katıldığım programda da söyledim; 45 yıl önce Diyarbakır’a Nevruz sonrası bir akşamüstü ilk kez ayak bastığımda, Sur’dan içeri girdiğim anda hissettiğim “ilk görüşte aşk” idi.
Kadim kentin özel bir kişiliği olduğunu hemen görmüştüm. Capcanlıydı. Ve de oturaklı. Sokakları her yöne hareket eden enerjik insanlarla doluydu. Tuhaf bir büyüsü vardı.
Beni de büyülemişti. Gece yarısını geçene dek, sokaklarında amaçsız biçimde, ama onunla birlikte olmayı yeterli bulan bir amaçla, bir o yana bir bu yana yürüyerek zaman geçirmiştim.
Diyarbakır’la ilişkim öyle başlamıştı. Öyle sürdü. Diyarbakır, zaten Sur demekti. Yenişehir, Ofis, Kayapınar, Hamravat, hepsi o günlerden bugünlere zaman içinde ortaya çıktı. Tarihi Diyarbakır, Sur’un kendisiydi.
Diyarbakır, Sur’du, Sur, Diyarbakır…
Diyarbakır’a daha sonra ne zaman gittiysem, ki sayısını sayamayacak kadar çok gittim-geldim, gitme nedenim Suriçi’nde bulunmayı gerektirmiyor ise bile, ne yapıp ettim mutlaka kendimi Sur’a attım.
Benim için Diyarbakır’a gitmek, her vakit, Sur’a ayak basmak anlamına geldi.
Bir hafta önce Fırat Anlı aradı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin Eşbaşkanı. Diyarbakır’a niye çoktandır gelmediğimi sordu.
Sur, kuşatma altındaydı. Sur’da çatışma vardı. İçimi “utanç duygusu” sarmıştı. Diyarbakırlılara yardımım dokunabilecek hiçbir şey yapamadan, kulaklarını her türlü barış girişimine tıkamış bir iktidar döneminde, Sur’a giremeden Diyarbakır’a gelmek, tank ve top ateşi altında dumanlar tüten Sur’u dibinden izlemek, sanki “porno film seyrediyor olmak” gibi bir şey olacaktı.
Bu duygularımı ifade ettim.
Fırat Anlı “Yine de gel” dedi, “Dostlarımızı görmeye ihtiyacımız var. Seni görmekten seviniriz” diye ekledi.
İçinden geçtiğimiz şu günlerde İstanbul’da gazetecilik mesleğini ayakta tutmaya çalışan bazı insanlar, olağanüstü güç şartlarda, kelle koltukta, bir bakıma “can pazarı”nda Diyarbakır’da gazetecilik yapmaya çalışan “yerel meslektaşları” ile dayanışma amacıyla ve onlara destek olmak için “Haber Nöbeti” başlatmışlardı. Grup grup Diyarbakır’a gidiyorlardı.
“Haber Nöbeti” Mart sonuna kadar Diyarbakır’da tutulacaktı. “Gel” dediler. “Altıncı Grup oradayken, Diyarbakır’a gelirsen, arkadaşlar sevinir…”
Kalktım gittim. İlk iş olarak Tahir’e uğrayıp, “Haber Nöbeti”ndeki arkadaşlarla Büyükşehir Belediyesi’nde buluştum. Gültan Kışanak ve Fırat Anlı’nın yanına vardık.
M. Ali Birand’ın girişimi sonucu, 2009 yılında Hasan Cemal ile birlikte, CNN Türk’te “Tecrübe Konuşuyor” isimli bir televizyon programına başlıyorduk. “Açılım Süreci” de yeni başlamıştı. Biz de programı Diyarbakır’da başlatmaya karar vermiştik.
İlk programımızı için Diyarbakır’a geldiğimizde, ilk işimiz Fırat Anlı ile buluşmak olmuştu. Diyarbakır Cezaevi’nin önünde çekim yapmıştık. Fırat’ın, o çekimden iki yıl sonra KCK tutuklusu olarak o cezaevinin içine atılarak hayatının birkaç yılının kendisinden çalınacağını, o sırada aklımıza bile getirememiştik.
Fırat Anlı, daha sonra, kamuoyunun belleğinde yer eden “Biz görüşülecek son kuşağız. Bu fırsat kaçırılırsa, öyle bir kuşak arkadan geliyor ki, bizleri çok ararsınız” sözünü bize söylemiş, Türkiye, o sözü televizyon ekranından Fırat Anlı’nın ağzından duymuştu.
Bu kez, cezaevi önünde değil, Belediye Başkanlık makamında konuşuyoruz Fırat Anlı ile.
Gültan Kışanak’ın Sur’daki duruma ilişkin ayrıntılı açıklamalarının ardından, gözleri yerde, yüzüne yerleşmiş belirgin hüzünlü çizgilerle girdi söze. “Ezberimiz bozuldu” diye başladı.
“Ezberimiz bozuldu. Biz, 1990’larda neler gördük. Yakılan köyler. Faili meçhuller. İşkenceler… Meğerse, hiçbir görmemişiz. Savaşı yaşadığımızı sanıyormuşuz. Meğerse, hiçbir şey yaşamamışız. ‘Çözüm Süreci’ diyerek bir hayal aleminde yaşamışız meğerse Savaş buymuş. Tüm ezberlerimiz bozuldu. …”
Fırat Anlı, üzerinde bir hayli düşünmüş olarak verdiği kararı açıklar bir üslup ile “Yaşamış olduğumuz bu günlerin çok uzun yıllar sonrasına bırakacağı çok kalıcı sonuçları olacak” diyerek devam etti.
En çarpıcı gözlemini şöyle ifade etti, “Biz, şimdi, 1915’i yaşadık. 1938’i yaşadık…”
1915 malum, 1938 de. Dersim…
Fırat Anlı, Cizre ve Sur ile birlikte, bilenmiş, keskinleşmiş ve Türkiye açısından muhtemelen “kaybedilmiş” bir “yeni Kürt kuşağı”nın ortaya çıktığını anlatmaya çalışıyor.
Gültan Kışanak ile Fırat Anlı’nın ardından çok uzun bir görüşme yaptığımız Hatip Dicle, genç kuşağın dikkat çekici biçimde göz önünden yok olduğunu söylüyor. “Kitle toplantısı çağrısı yaptığımız vakit, gelenlerin çoğunun saçı beyaz”diye şaka yollu anlatıyor durumu.
Gençler, “Yeter artık. Gaz yemekten, üzerimize su sıkılmaktan bıktık. Siz bize sadece gaz solutuyorsunuz” diye tepki gösteriyorlarmış, kendilerini eylem olarak “legal-demokratik kanallar”a davet eden Kürt siyasetçilerine.
Ortalıkta görünmüyor ve gösterilere de katılmıyorlarsa, neredeler? Bu sorunun cevabı, insanların “hayal gücü”nde bulunabiliyor.
Gültan Kışanak, daha vahim ve tüyler ürpertici bir gözlem aktarıyor; “Kürt anneleri, ilk kez evet ilk kez, asker ve polis ölümlerine üzülmediklerini söylüyorlar” diyor.
“Duygusal kopuş” artık sıradanlaşmış ve varılan noktayı iyi tanımlamaya kifayet etmeyebilecek bir tanımlama olabilir.
Daha derin durumlar söz konusu. Örneğin, “Diyarbakır’ın ruhu” olan ve yüzlerce yıl boyunca yerleşim yeri olmanın ötesinde, canlı bir ekonomik merkez olan Sur’un, Cizre’den bile daha beter bir yıkım ile yok olduğu ve artık geri dönüşünün olamayacağı duygusu ve buradan yola çıkan gelecek tahminleri üzerinde duruluyor.
Fırat Anlı, bana harita üzerinde Sur’un tarihçesiyle ilgili bilgiler aktarıyor. Şu ara en büyük tahribat, Mıgırdıç Margosyan’ın “Gâvur Mahallesi” adlı romanıyla ölümsüzleştirdiği bölümlerde yaşanıyor. Sur’un ünlü, tarihi bölümü Hançepek, galiba yok ediliyor, öldürülüyor.
Fırat Anlı’nın anlattığına göre, şimdilerde Sur’da yaşanmış olanlara benzer gelişmeler, 1915 öncesinde de yaşanmış. Ermeni gençleri, Hançepek’te hendekler kazmış, damlar üzerinde mevzilenmişler.
1915’te Sur kalmış, içindeki insanlar kalmamıştı.
Bu kez, hem üzerindeki insanlar, hem de onları barındıran Sur’un kendisi kalmıyor.
Fırat Anlı, harita üzerinde Dağkapı’dan Mardinkapı’ya doğru uzanan Gazi Caddesi’nin 1925’te Şeyh Sait isyanının ardından Sur’un yapısını değiştirmek amacıyla askeri kararla, kimi bölümleri yıkılarak ortaya çıkartıldığını, parmağıyla işaret ederek, anlatıyor.
Bu kez çok daha kapsamlı “şeyler” yapılacağa benziyor. Zaten herşey, adeta bir “milat” gibi söz edilen “14 Aralık”tan sonra gerçekleşmiş. 14 Aralık, Silahlı Kuvvetler’in Sur’da doğrudan devreye girdiği tarih.
14 Aralık’ta Suriçi’ne Kervansaray otelinin arka tarafından tanklar girerek, Dört Ayaklı Minare yönüne doğru ilerlemeye başlamışlar. İki insanın birbirine sürtünmeden geçmekte zorlanacağı sokaklara tankların girmesi, sadece “askeri denge”yi değiştirmekle kalmıyor, Sur’u belki de geri gelmeyecek biçimde değiştirmenin başlangıcı oluyor.
Kürt siyasi şahsiyetleri, 14 Aralık’ı “Diyarbakır ve Kürt illerinde yönetimin AKP iktidarının elinden alınması tarihi” olarak yorumluyorlar.
Belediye sınırlarının toplamı içinde toplam 70 bin kişi yaşarmış Sur’da. “Tarihi şehir”de ise kimse kalmamış artık. İlk aylarda 25 bin, “99 günlük sokağa çıkma yasağı”nın başladığı 2 Aralık’tan bu yana 15 bin kişi yani toplam 40 bin kişi terk etmiş Sur’u, Gültan Kışanak’ın verdiği bilgiye göre.
Gültan Kışanak’tan bir başka rakam, çatışmalara sahne olan “Kürt illeri”nin toplam 1,5 milyonunun 300-400 bini yerinden yurdundan olmuş, yer değiştirmiş.
Ama, bu dönemin, 1990’lardan farkı hiç kimsenin Batı’ya göç etmemesi. Ya bir yandaki mahalleye, ya da ilçeye gidiyorlar. Ne var ki, bu, “gelecek” açısından “hayra alamet” bir gelişme sayılmıyor.
Tam tersine, “Batı ile birlikte ortak gelecek amacından kopuş” işareti olarak yorumlanıyor.
Bölgede Toki, Toledo gevezeliklerinin kaldırmayacağı, istatistiklerin pek anlatamayacağı türden, çok derin yarılmalar var. Fırat Anlı’nın “gelecekteki uzun yıllar çok kalıcı etkileri olacak” dediği, tam da kelimelendirilemeyen, ama hissedilebilen çok ciddi bir durum.
İlk kez, Diyarbakır’a gidip de Sur’a gitmedim. Yani, Diyarbakır’a gitmemiş oldum. Sadece, Dağkapı’nın yakınından Mardinkapı yönüne yan gözle bakmakla yetindim.
Daha ötesini görmeyi içimin kaldıramayacağını hissettim. Kafamı Suriçi’nden ters yöne çevirdim.
Bir dostuma “Sur’da olanlar canını acıtmış olmalı” dedim, “He valla” dedi, “hem de nasıl acıdı…”
Suriçi… “Canımın içi”…
CENGİZ ÇANDAR / HÜRRİYET