Alevi toplumu üzerinde Sasani, Emevi, Abbasi, Bizans, Selçuklu, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti, İran ve Irak devletleri, sistematik olarak ya toplu katliam yapmış ya da Alevi mürşitleri, pirleri, er-mişleri katledilmek suretiyle bastırma, susturma planı uygulanmıştır. Sivas-Madımak Katliamı ve cumhuriyet tarihi boyunca yapılan Alevi katliamları da bu sistematik politikanın devamıdır. Ancak burada bir özel duruma vurgu yapmak gerekir: Devlet için Koçgiri Katliamı, yarım kalmış bir Madımak Katliamı’dır; Madımak Katliamı ise tamamlanmış bir Koçgiri katliamı.
Aleviliğe düşmanlığın nedeni
Peki bu devletler, Alevileri ve Aleviliği neden katletmek istemiştir? Bin yılı aşkındır süren bu sistematik katliam geleneğinin bir nedeni olmalı.
Katı merkeziyetçi; krallık, hükümdarlık, halifelik ve şahlık gibi rejimlerle yönetilen devletler, yapısal olarak diktatördü. “Tebaa”, “reaya”, “ahali”, “ümmet” gibi tahakkümcü ve tekçi sıfatlarla anılan halk/halklar, vergi, askerlik ve devlet dinine iman gibi zorunluluklarla inim inim inletiliyordu. İtiraz edenler veya itiraz etme potansiyeli taşıyanlar, toplu katliama uğratılıyordu.
Alevi inancı, aynı zamanda bir sosyal örgütlenme projesidir. Devlet, krallık, imparatorluk, hükümdarlık, padişahlık ve cumhuriyet de “sosyal örgütlenme” modelleri olarak görünse de aslında sivil, yerel, demokratik örgütlenmeleri kabul etmezler. “Ocaklar” üzerinden örgütlenen Alevi toplumunda ise sosyal (toplumsal) örgütlenmeye dair öyle detaylar vardır ki…
Sözgelimi ocaklar arasında canlı ve örgütlü bir sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal ilişki vardır; ama bir ocak, diğer ocağa karışmaz; müdahale hakkı yoktur. Hâl böyleyken, kendi dostu, müsahibi olan ocağın müdahalesini dahi kabul etmeyen Alevi ocakları, devletlerin müdahalesine izin verir mi?
Ocak sosyalitesi
Ocak sosyalitesi, yaygın olarak “pirin evinden ibaret” görülür. Oysa ocak, mürşit, pir, ana, bacı, rehber ve talipler topluluğudur ve nüfusu milyonları aşan ocaklarımız vardır. Doğaldır ki bu denli büyük bir topluluğun kendi içinde örgütlenme disiplinleri de vardır. Bu sosyal, kültürel, ekonomik, siyasal ve hukuki örgütlenmenin şemsiyesi, inançsal örgütlenmedir. Öyle ki, her bir ocağın ekonomik ve hukuki örgütlenmesi, son derece özgündür. Üretim, paylaşım ve dayanışma, yaşamın ve inancın zorunlu bir gereğidir. Mürşit, pir, ana, bacı ve rehberler ise bu örgütlülüğü yürütmek ve denetlemekle sorumludur. Ancak bu yürütmede elbette talipler topluluğunun da katılımı, söz hakkı vardır.
Söze başlarken adını andığımız devletler, Alevi toplumundan vergi almak, asker devşirmek, kendi katı hukukunu Aleviler içinde uygulamak ve Alevileri dinlerine imân etmeye zorlamak için dikta yöntemleri uyguladılar. Buna mukabil Alevi toplumu da ocakları ekseninde kendi sivil, özgün, içe dönük yapısını esas aldı. Bu esastan hareketle Aleviler, “Biz devlete vergi vermeyiz; bireysel ve toplumsal sorunlarımızı çözmek için de kendi hukukumuzu uygularız. Sizin dininize asla inanmayız. Size boyun eğmeyiz” dediğinde sonuç, katliamlar, sürgünler oldu.
Tekçiliğe sığmaz Aleviliğe karşı…
Cumhuriyet(ler) dönemine geldiğimizde ise hükümran devletler, “yurttaşlık/vatandaşlık” diye sıfatlandırdıkları “devletleştirilmiş bireyi” Alevilere de dayattı. Bu yurttaşlık tanımı, “tek din, tek dil, tek devlet, tek millet, tek hukuk” diye karikatürize edilen “tekçilikten” kaynağını alıyordu; dolayısıyla Aleviler, bu tanım içinde zaten yoktu. Kaldı ki Aleviler, sadece bir bütün olarak ayrı bir kimlik oluşturmakla kalmıyordu; kendi içlerinde dahi birçok farklı kimliğe sahipti. Hâl böyleyken herhangi bir tekçilikle tanımlanabilmelerinin imkânı yoktu. Bu, onları adı geçen devletler için daha da kabul edilemez hale getiriyordu. Dolayısıyla “modern devletler” yani “cumhuriyetler” de çareyi, mirasını aldıkları ecdatlarının sistematik yöntemlerini güncellemekte buldu: Yok sayma, asimilasyon, göçertme, baskı, zulüm ve giderek sistematik katliam.
Türk asimilasyonu!
Türkiye Cumhuriyeti, Alevi düşmanı uygulamalarını birebir Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı’dan miras aldı, kopya etti. Osmanlı’nın son dönemlerine -II. Mahmut’a, Tanzimat’a ve İttihat-Terakki’ye- kadar reayadan (sürü) sayılan Türk milleti, ulus-devletin bir gereği olarak devletin merkezine yerleştirilmiş ve kutsanmış görünüyordu; ama esas alınan aslında halkın kadim kültürüne dayalı sivil Türklük de değildi; bu Türklük, devşirme, kışkırtılmış, milliyetçi bir Türklüktü. Zira kadim halk kültürüne dayalı sivil Türk kimliğinin birlikte yaşadığı halklar ve inanç gruplarıyla bir sorunu yoktu; o Türklük, asimilasyoncu ve katliamcı da değildi. Fakat tekçilik bu kültürle sürdürülemeyeceği için kadim Türk halkının yerine “devşirme Türklük” ikame edildi. Türk’ün tüm toplumsal, yerel, sivil değerleri yok sayılarak aslında bir tür “Türk asimilasyonu” da yapıldı.
İşte Alevi sorununun ve yakın tarihteki Alevi katliamlarının kaynağı, bu paradoks içinde aranmalıdır. Cumhuriyet(ler) öncesindeki devletlerde vergi ve devşirme asker vermeyerek devletlerin katı merkeziyetçi dikta hukukunu kabul etmeyen, devlet dininen iman etmeyen ve “sorun yaratan” Aleviler, cumhuriyet(ler) döneminde ise ocak sosyalitesinin niteliği dolayısıyla “potansiyel ve güncel tehlike” olarak görülmüştür.
Madımak’ta katleden gelenek…
Madımak Katliamı, devletin bütün süreçleriyle planlayıp uyguladığı son derece profesyonel bir katliamdır. Madımak Katliamı, bunun yanı sıra tarihsel izleğe sahip bir katliamdır. Türk devlet geleneği, Koçgiri ve Dersim’de edindiği “engin ve derin tecrübeleri”, Kırıkhan, Ortaca, Elbistan, Hekimhan, Malatya, Sivas (4 Eylül 1978), Maraş, Çorum ve 12 Eylül’le “derin uzmanlığa” dönüştürmüştür. Devşirme bir Türklük ile “piyasa İslamı”nı temel edinen devlete göre Aleviler de ya devşirme Türklük ile “piyasa Aleviliği” harmanlayıp “makul yurttaş” olacak; ya da Osmanlı’dan devralınan gelenekle “kökleri kazınacaktı.”
Fakat ne oldu?
Koçgiri, Dersim gibi kızılca kıyamet katliamlara, her türlü asimilasyon ve göçertme politikasına rağmen devlet, “makbul Alevi’yi” bir türlü yaratamadı; Alevilik içindeki ana çizgi haline getiremedi. 1960’lı yıllarla birlikte devlet, ikinci seçeneğini tekrar uygulamaya koydu. Zira 60’larda yükselen toplumsal muhalefet, gençlik hareketi ve işçi sınıfı örgütlenmesinin omurgasında da Aleviler vardı.
Hele ki Kürt siyasal hareketinin 90’larda yarattığı siyasal ivmenin Alevi-Kürt buluşmasını sağlama “tehlikesi”, devlet için alarm zilleriydi.
Madımak Katliamı’yla devlet, Alevileri bir kere daha bastırmak ve kirli propagandalarla Kürt hareketini suçlamak istiyordu. Bu caniliği Sivas gibi çok kimlikli bir kentte yapmak, devletin tam da istediği şeydi.
11 yaşındaki Koray Kaya’dan 70 yaşını aşkın Nesimi Çimen’e dek… 35 eşsiz insan katledildi. Bunlardan 17’si kadındı. Saz, söz, sanat, şiir, öykü, roman, mizah, edebiyat, semah, nefes, türkü, karikatür, resim… Katledilmek istenen, Aleviliğe dair her şeydi.
Behçet Aysan, Metin Altıok, Uğur Kaynar gibi şiir üstatları; Hasret Gültekin, Muhlis Akarsu, Nesimi Çimen gibi kadim Aleviliğin taşıyıcısı âşıklar… Katledildiler.
Madımak’ta onları katleden zihniyet, devletin derinine sirayet etmiş Dersim Umum Müfettişi Abdullah Alpdoğan’ın, Koçgiri Katliamı’nı yürüten Topal Osman Çetesi’nin ve Sakallı Nurettin Paşa’nın yaşayan ruhudur. Bu nedenle yeniden söylenebilir ki, Türk devleti için Koçgiri, yarım kalmış bir Madımak Katliamı’dır; Madımak ise tamamlanmış bir Koçgiri.
Kemal BÜLBÜL / Politika