İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde 18 yıldır tutulan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’dan, kardeşi Mehmet Öcalan ile 11 Eylül 2016 tarihinde yaptığı görüşmeden sonra haber alınamıyor. Hem iç siyasette hem de Ortadoğu’ya ilişkin değerlendirmelerinde öngörülerinin çoğu gerçekleşen Öcalan’ın üzerindeki tecritle birlikte ülkedeki savaş ve kaos ortamı da derinleşiyor.
TECRİT DERİNLEŞTİRİLİYOR
İmralı Adası’nda 18 yıldır tek başına bir hücrede tutulan ve daha önce defalarca uzun süre kimseyle görüştürülmeyen Öcalan, 27 Temmuz 2011 tarihinden beri avukatlarıyla görüştürülmüyor. Aile görüşleri keyfi olarak kısıtlanan Öcalan, Demokratik Toplum Kongresi (DTK), Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Kongreya Jinên Azad (KJA) bileşenlerinden oluşan İmralı Heyeti’yle en son 783 gün önce 5 Nisan 2015’te görüşmüştü.
TECRİDİN YARATTIĞI SONUÇLAR
Özellikle cezaevlerindeki izolasyon ve tecrit koşullarına ilişkin yapılan kimi bilimsel çalışmalarda, akut derecede psiko-somatik heyecan krizleri, sayıklamalar, hallüsinasyon görme, aşırı derecede kilo kaybı, beslenme bozukluğu, düşük tansiyon, aşırı nabız artışına bağlı vücutsal sirkülasyonun oluşumu, artan baş ağrıları, iştahsızlık, uykusuzluk, baygınlık, sinirlilik hali, kalp rahatsızlığı, mide ağrıları, titreme hali, denge bozukluğu, baş dönmesi, aşırı terleme, motorik koordinasyonun zorlaşması gibi semptomlar belirlendi.
TECRİTE RAĞMEN…
Ancak Öcalan “3’üncü doğum” olarak nitelendirdiği bu tecrit sürecinde onlarca kitap yazarken, devlet heyetiyle Kürt sorununun çözümüne ilişkin 2013-2015 yılları arasında görüşmeler gerçekleştirdi. Hatta çözüm süreci rafa kaldırılmamış olsaydı, sorunun çözümü için tarihi adımların atılma arifesine kadar gelindi.
Sıradan bir insanın bir ay yalnız kalamadığı günümüz koşullarında Öcalan bu duruma nasıl dayanıyor?
Öcalan bunu Demokratik Uygarlık Çözümü kitabının beşinci cildinde şu sözlerle anlatıyor:
‘İLK DÖNEM BİR YIL NASIL DAYANACAĞIMI BİLMİYORDUM’
“İmralı sürecinde bana dayatılan komplo umudun zerresini bırakmayan cinstendi. İdam cezasının infazı ve psikolojik savaşın uzun süre gündemde tutulması bu amaçlaydı. İlk günlerde nasıl dayanabileceğimi ben bile tahayyül edemiyordum. Yıllar bir yana bir yılı bile nasıl geçirebileceğimi düşünemiyordum. Şöyle bir şey düşünmüştüm. ‘Milyonlarca kişiyi daracık bir odada nasıl tutabilirsiniz?’ Gerçekten de Kürt Ulusal Önderliği olarak, zindana giriş koşullarında kendimi milyonların sentezi haline getirmiş veya getirilmiştim. İnsan ailesinden ve çocuklarından yoksun kalmaya bile hiç dayanamazken, ben bir daha hiç kavuşamamacasına ölümüne birleşmiş milyonların iradesinden ayrılmaya uzun süre nasıl dayanacaktım?
(…)
Belirleyici olan benim kendimi tecrit koşullarına ikna etmemdir. Öyle büyük gerekçelerim olmalıydı ki, tecride dayanabileyim, tecritte de olsa büyük bir yaşamın sergileneceğini kanıtlayayım. Bu temelde düşününce öncelikle iki kavramsal gelişmeden bahsetmeliyim.
KÜRTLERİN YAŞAMI ZİFİRİ KARANLIK BİR ZİNDANDAN FARKSIZDIR
Birincisi, Kürtlerin toplumsal statüsüne ilişkindi. Şöyle düşünüyordum: Benim özgür yaşamı arzulamam için toplumun, bağlı olduğum toplumun özgür olması gerekirdi. Daha doğrusu, bireysel özgürleşme toplumsuz gerçekleşemezdi. Bu varsayımı Kürt toplumuna uyarlayınca, algılamam oydu ki, Kürtlerin yaşamı, etrafına duvar örülmemiş zifiri karanlık bir zindandan farksızdı. Bu algıyı edebi bir anlatım olarak sunmuyorum tamamem yaşanan gerçeğin hakikati olarak ifade ediyorum. İkincisi, kavramı tam anlayabilmek için ahlaki bir ilkeye bağlılık ihtiyacı vardı. Kendini mutlaka bir topluma bağlı olarak yaşanabileceği konusunda bilinçli kılacaksın.
(…)
DIŞARIDAKİ CEZAEVİ DAHA TEHLİKELİ
Kürtlerin mutlak köle hali -ki halen öyledir- benim ‘özgür yaşam mümkünmüş’ gibi hayal kurmamı kesin olarak engelledi. Şuna ikna oldum: Benim için özgür yaşacağım bir dünya yoktur! Burada iç ve dış cezaevi arasında epey mukayesede bulundum. Sonuçta dışarıdaki tutsaklığın birey için daha tehlikeli olduğunu fark ettim. Bir Kürt bireyinin kendini dışarıda özgür sanarak yaşaması büyük bir yanılgıdır. Yanılgı ve yalanın egemenliği altında geçecek bir yaşam, kaybedilmiş ve ihanete uğramış bir yaşamdır. Bundan çıkardığım sonuç, dışarıda ancak bir şartla yaşanabileceği, onun da günün yirmi dört saatinde Kürtlerin (kapitalizm koşullarında Türk emekçilerinin) varlık ve özgürlüğü için savaşım içinde olmakla mümkün olabileceğidir. Ahlaklı ve onurlu bir Kürt için yaşam kesinlikle günün yirmi dört saati varlık ve özgürlük savaşçısı olmakla mümkündür.
CEZAEVİ MÜCADELEMİN GEREĞİDİR
Dışarıdaki yaşamı bu ilkeye vurduğumda ahlaklı yaşadığımı kabul ediyorum. Bunun karşılığının ölüm veya cezaevi olması da savaşın doğası gereğidir. Savaşsız bir yaşam koca bir sahtekarlık ve onursuzluktan ibaret olduğuna göre, ölüme hazır olmak veya cezaevine katlanmak da işin eylemin doğasında vardır. Cezaevi koşullarına dayanmamak yaşam gerekçelerime aykırıdır. Mücadeleden, varlık ve özgürlük savaşının her biçiminden nasıl kaçınılmazsa, cezaevinden de kaçınılmaz. Çünkü o da uğruna savaşılan özgür yaşamın gereğidir.”
dihaber