Dersim yazını talihsiz süreçler yaşamıştır. Önceleri Avrupa ve Amerika’dan gelen misyonerlerin taraflı söylemlerine, sonra cumhuriyetin aşağılayıcı, suçlayıcı, manipüle edici tezlerine konu olmuştur. Cumhuriyet döneminin ulusçu romancıları Barbaros Baykara ve Kemal Bilbaşar gibi yazarların kaleminde ise çağdışı ağalık geleneğinin odağı olarak tanıtılmıştır. Yetmişli yılların solcu düşünceleriyle tanışmış, eğitimini yarıda bırakıp devrime gönül vermiş gençleri de Dersimi tanımak yerine sol şablonun penceresinden bakmışlardır. Bu kuşağın yazdıkları da çoğu kez gerçeklikten uzak, Marksist ideolojinin etkisindeki değerlendirmelerdir. Dersim insanı ne yazık ki tarihiyle ilgili hafızasını Cumhuriyet’in bakış açısıyla şekillendirip Ali Kaya gibi yazarların yazdıklarıyla doldurmuştur.
Son yıllarda sayısal bir görünürlük kazanan romancılar Dersim insanının hafızasını şekillendirmede yeni bir rol üstlenmişlerdir. Bu romancılardan biri Haydar Karataş’tır. Haydar Karataş Dersim toprağında yetişmiş iyi romancılardan biri. İlk eseri ‘’Perperika Söe’’(Gece Kelebeği) adlı romanından oldukça etkilenmiştim. Dersim insanının 1938 sonrası ruh halini küçük bir kızın gözüyle okuyucunun vicdanına sunuyordu. Yoğun duygularla okuyup, hayran kaldığım bir romandı. Büyük oranda yazarın annesinin anlatımlarına dayandığı için oldukça sahici idi. ‘’On İki Dağın Sırrı’’ adlı ikinci romanından aynı tadı alamadım. Dersim’in dağarcığından çok kurmaca söylemler içeriyor. Tarihsel roman olmasına rağmen gerçeğe oturmuyor. Yanlış bilgiler, mantık hataları, ve kronolojik hatalar içeriyor:
“Rayberin gül gibi evladını pusuya düşürdü hükümetin adamları.”(s.109) Yazar burada Seyit Rıza’nın oğlu Baba’nın ölümünden söz ediyor. Baba’nın 1933 şubat ayında öldürüldüğü birçok anlatımda neredeyse kesinleşmiş bir bilgidir. Aynı şekilde Baba’yı öldürenlerin Qopo Rayber’in adamları olduğu ve Qırxu aşiretiyle işbirliği sonucunda öldürüldüğü kesinleşmiş bilgidir. Baba ile Qopo Rayber’in aynı kadına aşık olması ise birçok anlatıcının üzerinde anlaştığı bir başka ayrıntıdır. Hükümetin bu işte parmağının olduğu kabul edilebilir bir ihtimaldir. Ama pusuya düşürenler hükümetin adamları değil Qırxu aşireti ve Baba’nın amcasının oğludur.
Bu gerçeği vurguladıktan sonra esas yanlışa dikkat çekmek istiyorum: Esas eleştiri konusu olacak anlatım bundan sonra: Baba’nın vurulması olayı üzerine öfke ve kızgınlık gösteren Dersimlileri yazar şöyle konuşturmaktadır: “Haydutluk diyorlardı, haydutluk, o eski dönem kapandı, artık Reisicumhur var, madem bu kadar yiğittiyseniz Ankara’ya sizi davet ettiğinde söyleseydiniz. Hasan Hayri Bey gibi yüzüne söyleseydiniz de, o yiğit adam gibi darağacında sallandırsaydı sizi o merhametsiz Celal Bayar. O İsmet de duyacak da adam olacak, ortalığı kızıştırdı, şimdi de çekip gitti. Demez misin bu Celal ne yapar eder Mustafa Kemal Paşa’yı fitler demez mi, o hasta adamı yatağından kaldırır, yeniden atının terkisine bindirir. Dürbününü de boynuna asıp orduların önüne düşürür. “(s.110)
Neresini düzeltseniz elinizde kalacak bir paragraf: Hasan Hayri’nin asıldığı yıl 1925. Romandaki diyalog 1933 yılında gerçekleşiyor. 1933 kışında Baba İbrahim’in öldürülmesi üzerine, olayın sıcaklığı içinde konuşuyorlar. Hasan Hayri asıldığında Celal Bayar başbakan değil. Hasan Hayri’nin asılması tamamen Atatürk’ün emriyle gerçekleşmiş bir olay. Celal Bayar 25 ekim 1937 de başbakan oluyor. İsmet İnönü’nün hükümet başkanlığından ayrılması da o günlerde gerçekleşiyor. 1933’te Baba’nın öldürülmesine öfkelenen-üzülen birilerinin henüz gerçekleşmemiş olaylarla ilgili yorum yapması imkansız. Üstelik 1933-34’te Mustafa Kemal hasta yatağında değildi.
Roman, Dersim’in 1938 öncesi yıllarını içerdiği halde 115. sayfada Lıl Ağa’nın ölümünden söz ediyor: “Lıl Ağa ile adamlarını muhacirler Kovancılar ovasında baltalarla doğramıştı. Lıl Ağa’ya yakılan kılam beşikteki bebenin ağlama sesine dahi karışmış.”(s.115)
Sözü edilen Lıl Ağa Hüseyin Doğanay’ın ağıtındaki Lıl Ağa ise bu olay 1994 yılında gerçekleşmiştir. 1920’lerde 30’larda yaşadığı anlaşılan roman kahramanı Sebır’ın bu olaydan söz etmesi imkansızdır. Olay Kovancılarda değil Quzım köyünde gerçekleşmiştir. Cinayet, Çemişgezek’e bağlı Komer köyünün korucuları tarafından işlenmişti. Lıl Ağa’nın intikamını alan yeğeni Xate’nin cezaevinden çıktıktan sonra Dersimdeyaşamını sürdürdüğünü biliyoruz.
Seyit Rıza’nın oğlu Şah Hasan(doğrusu Şixesen olmalı) cezaevinden çıktıktan sonra babasına devletin mesajını getiriyor. Seyit Rıza buna öfkeleniyor. Bunun üzerine Hese Gaj(Hesê Khaji olmalı) Seyit Rıza’ya şöyle demektedir: “Rayber bana öyle gelir ki bunlar bizi söküp atacaklar buradan. Alişer Efendi kağıttan okudu, Reisicumhur Celal Bayar’ı başa getirmiş, hani kabul mu etseydik?”(s.141) Yine bir kronoloji hatası: Alişêr 1937 temmuzunda Zeynele Topi tarafından başı kesilerek eşiyle birlikte öldürülüyor. Celal Bayar aynı yılın ekim ayında Atatürk tarafından başbakanlığa getiriliyor. Alişêr Efendi’nin bu olayı kağıttan okuması imkansızdır. Celal Bayar başa geldiğinde Alişêr ölmüştür, Seyit Rıza ise cezaevindedir.
Pir Kasım konuşuyor. Atatürk’ün Dersimlileri nasıl övdüğünü anlatıyor: “Mustafa Kemal Paşa, kendisi Diyap Ağa hazretleriyle Dersim’in en ulu mebusu Mıçı Ağa’nın sırtına vurmuş demiş siz hiç merak etmeyin ben bilmez miyim…ama siz sabırlı olun. Siz, ben şapka ilan etmeden elli yıl önce şapka taktınız. Meşrutiyet olur olmaz şapka taktınız. Millet siyah pantol giyemezken siz beyaz pantollar giydiniz. Benim zevce Latife’nin dahi başı kapalı, oysa sizin kadınların başı fi tarihinden beri açık.” (s.197)
Muhtemelen yazarın hoşuna gitmiş olmalı ki Muzaffer Oruçoğlu’nun ‘’Dersim’’ adlı romanından olduğu gibi aktarılmış cümleler, tamamen gerçeğe aykırı bir söylem. Oruçoğlu’nun kitabında, Abdullah Alpdoğan ile Seyit Rıza arasında bir diyalogda Alpdoğan Seyit Rıza’ya, “şapka giyme emrine harfiyen uymanız hoşuma gitmişti” diyor. Oruçoğlu yetmişli yıllarda Dersimlilerin şapka giymesinden yola çıkarak böyle bir söylem geliştirmiş olabilir ama bir Dersimli olarak Karataş’ın daha dikkatli olması gerekirdi. 38 ve öncesi çekilmiş resimlerde kaç Dersimlinin başında şapka var? Oruçoğlu’nun, Mürşit Mırto’ya söylettiği sözleri Karataş, romanında Pir Kasım’a söyletiyor. Oruçoğlu’nun Mırto’su Atatürk’ü “mürşitlerin mürşidi” ilan ediyordu. Karataş’ın Pir Kasım’ı ondan geri kalmıyor… Dersim soykırımı ve öncesinde çekilmiş onlarca resim var, kaçında şapkalı insanlar var. Kaçında Dersimli kadınların başı açık? Dersimlinin şapkayı takması yenilgiyi takması gibidir. “Beyaz pantol” dediği pıren-tuman’dır. Bölge halkının giydiği yöresel bir kıyafettir. Yoksullara pek nasip olmayan bir kıyafettir. Kadınlarını fi tarihinden beri başının açık olması ise külliyen gerçeğe aykırı bir ifadedir. Hiç olmazsa kırımdan geriye kalan üç beş resme baksınlar. Dersim yaşam kültüründe “sere gıredayne- ri mınıtene-veyvkine kerdene” geleneği yerleşik bir gelenektir. Hele “Tırk” olanın yanında asla bir kadının konuşması, başını açması mümkün değildir. Dersim direnişinin gelişmesinde de etkili olmuş bir tabudur adeta. Karataş’ın bunu bilmediğine ihtimal vermiyorum. Bu tür söylemlerin hangi ruh haliyle kaleme alındığını doğrusu merak ediyorum.
Nihayet Karataş’ın Mustafa Kemal hayranlığı Pir Kasım’ın ağzıyla dile geliyor: “Dersimli Mustafa Kemal Paşa’ya söylemişti, bin kez söylemişti ona kastetmediklerini. Zaten onun arabada olduğunu öğrenir öğrenmez gerisin geri dağların ardına çekilmiş, ardından altı mebus birden yoldaş kılmışlardı ona. Onların derdi Şeyh Ahmet Fevzi gavuruylaydı.” (s.197)
Yazar, M. Kemal hayranlığını romanın birçok yerinde Dersimlilerin ağzından “Koca Mustafa Kemal Paşa” sıfatını kullanarak da dile getiriyor. (s.16-104-279) M. Kemal’in Dersim halkı arasında hangi adla ve hangi unvanla anıldığını bilmek isteyen Dersim ağıtlarına baksın. Atatürk’e yüceltici sıfatların yüklenmesi tutumu 38 yenilgisi ve sürgünü sonrası ortaya çıkmış travmatik bir durumdur.
Fevzi Çakmak’ın atının çatlaması gibi manipülatif söylemlerle yatılı okullarda ve askerlikte devletin bandırası altına girmiş melez ideologların yaygınlaştırdığı söylemlerdir. Yenilgiyi madalya gibi boynuna takmış iflah olmaz biatçılar arasında dahi “Koca Mustafa Kemal Paşa” söylemine pek rastlanmaz. Aslında yazar Dersimlilerin Atatürk’ü hangi sıfatla andığını biliyor ama tam olarak ifade edemiyor.(s.278)
Karataş’ın kitaplarında Dersim’in Kürt ve Kürtlük kavramlarına son derece yabancı olduğu, bu kimlikleri adeta düşman saydığını görürsünüz: ” muhacir bizi öldürdü, Kürt öldürdü, Türk öldürdü.(s.193) “93 harbinde dahi ne güneyden gelen Kürt candarması ne de Erzincan üzerinden hücuma geçen Ahmet Muhtar Paşa’nın candarması bu konağa kadar gelebilmişti. …O candarma (Kürt jandarmasından söz ediyor) girdiğinde bu Dersime önüne çıkan kilise, Kızılbaş tapınağı(!), yapı adına neye denk gelmişse, canlı adına neyle karşılaşmışsa silip süpürmüş de ne yapmış etmiş ise bu konağa çıkamamıştı.(42)
El insaf dedirtecek bir paragraf. Kürtler ne zaman devlet oldu da jandarma teşkilatı kurdu?
Hamidiye Alaylarını kastediyorsan adı üzerinde bunlar “Hamidiye Alayları.” İkinci Abdülhamit tarafından kurulmuş, Osmanlıya bağlı alaylardır.
Yazar Hamidiye alaylarının Osmanlı askeri olduğunu bilmiyor mu? Neden “Kürt Candarması” olarak ifade ediyor? Hamidiye alayları demek zoruna gidiyorsa Kürt candarması yerine “khur milisleri, aşiret alayları” adını kullanabilirdi. Böylece okuyucu da kimlerden söz edildiğini anlayacaktı. Ama nedense “Kürt candarması” terimini tercih ediyor. Kaldı ki Miralay Bedirhan, Cibranlı Halit gibi şahsiyetler Kürt oldukları için değil Osmanlı askeri oldukları için Dersime sefere gelmişlerdir.
Yazar günümüzü anlatan bir roman yazsa herhalde devletin maaşlı korucularına da Kürt Candarması diyecek. Bu eleştiriye yazar, “Dersimde halk böyle adlandırıyordu” diye cevap verebilir ama Dersim genelinde böyle bir sıfatlandırmanın olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Örneğin 1908’de Ovacık bölgesine gelen aşiret alayını Ovacık halkı “kulkıni” adıyla adlandırmıştır. Başlarındaki uzun külahlardan dolayı yöre halkı bu adı uygun görmüştür. Yazarın kendi köyünde halk arasında aşiret alayları “Cendermi Khuru” (Khur candarması) olarak adlandırılsa bile bu terim “Kürt candarması” olarak çevrilemez. Kürt terimi sadece Şafii Kürtleri içermez. Başka din ve inançlardan milyonlarca Kürt var. Osmanlının Hamidiye alaylarını “Kürt candarması” olarak adlandırmak yazarın dikkatsizliğinden çok bir önyargısını işaret ediyor bence.
Romanda çelişki barındıran ifadeler de yer alıyor ör: Bend yaylasından yola çıkmış üç adam için “…üçü de aynı yaşta neredeyse aynı boydaydı”derken, birkaç satır sonra “bu üç adamın en yaşlısı 45-50 yaşlarındaydı…” diyor.(s.19)
Dersim yazarlarının bir kısmında görülen “kayıp cennet Dersim” tutumu Karataş’ta da görülüyor. “Yoktu dediler, hükümet buralara uğramazken insan insanın canına kıymazdı, yaş ağaç dahi kesilmezdi.” (s.109) “…ikrar verdiği kapıya kem gözle bakmak var mıydı Dersimde (s.197) “şimdi bu Dersim’de gönül vermeden hiçbir kız hiçbir oğlanla evlendirilmez.” (s. 181) Bu tür söylemlere Dersim kökenli birçok yazarda rastlamak mümkün. Düne ait ütopik bir Dersim yaratmak bazı insanları mutlu edebilir ama gerçeklik bu tür söylemlerle açıklanamaz.
Kısaca Dersim üzerine yazanların çok daha dikkatli olması gerekiyor. Gözlemlerimden biliyorum ki bazı Dersimli okuyucular bu romanlarda yazılanları “Dersim tarihi” olarak değerlendiriyor ve bazı tartışmalarda kaynak olarak kullanıyorlar. Bu yüzden tarihsel roman yazan yazarlarımızın daha dikkatli olması gerekiyor.
Doğan Munzuroğlu / Dersim Gazetesi