Geride bıraktığımız günlere damgasını vuran gelişmelerden biri gencecik bir öğretmenin, Şenay Aybüke Yalçın’ın Batman’ın Kozluk ilçesinde belediye başkanını hedef alan saldırıda hayatını kaybetmesi idi. Hiç şüphesiz kör bir şiddet eylemidir bu, güçlü biçimde kınanmalıdır. Öyle olmasına öyledir, ama bu kör şiddet saldırısı ne yazık ki merkez medya tarafından hemen bir kıyas yarışına sokuldu. Pazar günü Hürriyet’te yayınlanan “Kırmızı fularlı kız değil, kırmızı yazmalı kız” yazısı, Gezi direnişinin Antalya’daki bilinen simalarından Ayşe Deniz Karacagil’in geçtiğimiz hafta öldürülmesine nispet yapmaktaydı. Hatırlanacaktır, Karacagil Gezi döneminde “Kırmızı fularlı kız” olarak bilinmiş, daha doğrusu taktığı kırmızı fular, mahkeme tarafından suç delili olarak görülmüş, geçtiğimiz günlerde de Rojava’da IŞİD’e karşı çatışırken öldüğü açıklanmıştı. Hükümete yakın medya ise Karacagil’in Rojava’da değil Türkiye sınırları içinde güvenlik güçlerinin düzenlediği bir operasyonda öldürüldüğünü öne sürüyor.
Yazı işte buna nispet yapıyor ve bir tür, ölümleri yarıştırıyor, karşı karşıya koyuyor. Gencecik insanların kör kurşunlara kurban gitmesi ya da ölüme gidebileceği besbelli yolları seçmesi asli olarak mesele edilmesi gerekirken toplum, bunları düşünmesin ve “birilerine karşı” olarak birleşsin isteniyor. Çok açık. Oysa böylesi iki gencecik ölüm varken herhalde yapılması gereken şey bu şiddet sarmalının nasıl durdurulacağı üzerine kafa yormaktır. Fuların karşısına yazma koymak değil.
Ancak şurası çok açık ki Türkiye merkez medyası ne zamandır soru sorma kabiliyetini yitirmiş durumda. 2015’ten beri neden böyle bir şiddete sarmalı içinde yaşadığımızı, bunun kimin bilinçli tercihi olduğunu soranların sayısı çok çok az… Evet biliyoruz merkez medyada bunlar sorulduğu andan itibaren işler değişecek, iktidar bu soruyu soranın üzerine çullanacaktır ama bu sorular –diyelim ki– sorulamıyor diye insanları karnıyarık gibi bölünmeye mi davet etmek lazım? Ayşe Deniz Karacagil’in annesi de anne değil mi? Onun kızı da bu şiddet sarmalı, savaş politikası yüzünden hayatını kaybetmedi mi?
Ve tam bu mesele üzerine kafa yorarken ajanslara bir haber düşüyor. Mardin Kızıltepe’de 2004 yılında babası ile birlikte öldürülen Uğur Kaymaz vardı, hatırlarsınız. Terörist oldukları gerekçesiyle öldürülmüşlerdi, baba oğul. 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın cesedinden 13 kurşun çıkmıştı. Babası Ahmet Kaymaz ise kamyon şoförü idi. İşte o Uğur Kaymaz için 2009 yılında Mardin’in Kızıltepe ilçesine konan heykel, atanmış kayyım tarafından kaldırıldı.
Üstelik mesele bununla da bitmiyor, habere bakınca şunu hatırlıyoruz ki Uğur Kaymaz’ın annesi Makbule Kaymaz çalıştığı Kızıltepe Belediyesi Eğitim Destek Evi’ndeki işinden KHK ile çıkarılmış Kasım 2016’da. Makbule Kaymaz o vakitler şöyle demiş:
“Eşim Ahmet ve Uğur öldürüldükten sonra mahkeme kapılarında adaleti aradık. Ama devlet bana adalet yerine daha çok yoksulluk, daha çok zorluk verdi. Hiç olmazsa sigortalı olarak çalışıyor, kimseye muhtaç olmadan çocuklarımı büyütüyordum. Şimdi ben ne yapacağım? Ekmeğimizi de elimizden aldılar. Bu nasıl kanundur, bu nasıl adalettir? Ben neden çıkarıldığım konusunda bana açıklama yapılmasını istiyorum. Bu zülüm yeter artık bitsin”
Bu hatırlatmayı eleştirdiğim şeyi yapmak yani ölüm ve acıları karşı karşıya koymak için yapmıyorum. Tam tersine böylesi meseleleri, yani devlet şiddetini de, silahlı örgütlerin kör şiddetini de birlikte ele almamız ve aralarında böylesi kamplaştırıcı ayrımlar yapmamamız gerektiğini vurgulamak için yapıyorum. Şunu sormak için: Elbette ki Şenay Aybüke Yalçın’ın öldürülmesi tepki görecektir. Ancak karşısına başka ölümleri koyarak değil. Devlet dersinde öldürülen çocukların heykellerini kaldırarak, annelerini işten atarak hiç değil.
Son olarak. Batman’ın Kozluk ilçesi insanda başka hatıraların da canlanmasına vesile oluyor. Meseleler gelip gelip birbirine bağlanıyor sanki. Bu sefer devletin “kin” dersinde öldürülen bir genci, Sevag Balıkçı’yı hatırlıyor insan ister istemez. O, üstelik bir 24 Nisan günü, askerliğini yaptığı Batman’ın Kozluk ilçesinde milliyetçi bir arkadaşının tüfeğinden çıkan kurşunla hayatını kaybetmişti. Birliktekiler birlik olup “kazayla oldu” demişlerdi. Sonrasında koca bir birliğin aynı ifadeyi vermek için kazan dairesinde toplantı yaptığı ortaya çıkmıştı, cinayetten sonra. Keza tanıklara baskı yapıldığı da... 2011’den beri çözüm bekleyen bir dava bu da.
Velhasıl. Çok can kaybettik, çok genç kaybettik. Bu kayıpları ayırarak değil, hepsine aynı kıymeti vererek sormamızın zamanı geldi de geçmedi mi çoktan? Bu gençler niye ölüyor?
artigercek