Türkiye’nin ‘yeni’ Sistemi kurulduğu andan itibaren, ideolojik olarak faşist, sosyolojik olarak ırkçılığı temel aldı. Faşist ideoloji ve ırkçı zihniyet Türk Devletinin oluşum harcı, mayası oldu.
23 yıl gibi uzun bir dönemi tek parti sistemiyle götüren Devlet, ikinci paylaşım savaşından sonra Dünya çapında tecrit olan faşist sistemlerin tek tek ortadan kaybolması sonucu, bazı biçimsel değişimlere zorlandı.1946da ‘çok partili’ Sisteme geçiş bu biçimselliğin bir sonucu oldu.
Türk Devlet’i ve toplumu, Dünya’da cereyan eden bu yeni dönemindeğişim Kültürü ve zihniyetine sahip değildi.Faşist ideoloji ve ırkçı zihniyete sahip olan Devlet ve Toplum bu Kültür ve zihniyetle yeni döneme katıldı.
1946’da Türkiye’de başlatılan ‘çok partililik’ dönemi, esasında çoğulcu Demokratik Kültür ve zihniyeti kirletme hareketi olarak da algılanabilir.
Türk Devlet faşizmi, Faşizm tarihinin en barbar, en gaddar ve en acımasız olanıdır! Bu, faşizmin ‘’iyi huylu’’ versiyonları da olduğu anlamına gelmez! Fakat göreceli bir Sivil Toplum örgütlülüğüne sahip olan, çoğulcu demokratik kültüre sahip toplumlar da, faşizm hem uzun süreli olmaz, hem de topluma olan kinini belirli oranda ‘sınırlandırmak’ zorunda olur.
Türk Devleti ve Türk toplumu, çağdaş Devlet ve Toplum formlarının çok gerisinde Ulus Devleti kurdu. Bu gerilik, faşizme daha koyu, daha katmerli bir baskı, ve en kötüsü, bir yüzyıl boyunca sistemini engelsiz yürütme olanağı sundu ve hala da sunuyor.
Bir gün, Türkiye’nin 1908 Jön Türk, 1924 Kemalist iktidar tarihi gerçek parametreleriyle yazılırsa, belki faşizmin Türkiye’de Sistem olarak yerleştiği tarih ve sürekliliği hakkında fikir ayrılıkları olabilir; fakat 21. yy’ın ilk çeyreğinde AKP iktidarınınDevletitamamen faşistleştirerek, Faşizmi Türk toplumuna hakim kıldığı noktasında aynı görüşte olunacağı kesin.
Avrupa, Afrika, Güney ve Latin Amerika ülkelerinde hüküm süren faşist diktatörlüklerle Dünya ve bu Ülkelerin halkı tek tek hesaplaşırken, Türk Devlet faşizmi ne uluslar arası Camia, nede Türk ve Türkiye halkları tarafından sorgulanamamıştır. Onu, Sistemden de öte gözü dönmüş bir cinayet şebekesine çeviren de işte bu durumdur.
Dünyanın dörtte üçünde Demokrasi ve insan hakları kültürünün egemen olduğu bir dönemde, Türk devletinin ırkçı ve faşist katliamlarının engelsiz sürüyor olması, Demokrasi ve insan hakları savunuculuğu pozisyonunda olan Devletlerin dahi, ne kadar kirli çıkar ilişkilerin ağı içinde olduklarının bir ifadesi.
Türk Gazetelerinin, ABD’nin dış politika sözcüsü John Kirby’nin ağzından Manşete taşıdığı şu sözler, “Eğer bana Kürtler için özerk bir bölge isteyip istemediğimizi soruyorsanız bunun yanıtı hayır. Suriye’de federal devlet konusundaki görüşlerimizi birçok kez dile getirdik, yine söyleyeceğim. Bugüne kadar yapılan açıklamalarda ve bildirgelerde de vurgulandığı gibi, biz birleşik, bütün ve mezhep ayırımı gözetmeyen bir Suriye’ye inanıyoruz. Bu duruşumuzda bir değişiklik yok” dedi. Kirby, sorunun yinelenmesi üzerine, “Eğer bana Kürtler için yarı özerk alanlar oluşturulmasına destek verip vermeyeceğimizi soruyorsanız yanıt hayır. Biz birleşik, bütün ve mezhep ayırımı gözetmeyen bir Suriye’ye inanıyoruz. Siyah beyaz kadar net bu.’’ bu kirli ilişkilerin en pespaye örneği değil mi? Alman Devletinin başını çektiği, Türk -AB flörtü aynı kirli ilişkilerin bir sonucu değil mi?
Türk devletinin Kürdistan’da soykırım boyutuna varan katliamları, Türkiye’de her türlü insani hakkı ayaklar altına alması, Devleti bir baskı ve terör örgütüne dönüştürmesi karşısında AB’nin, ABD’nin ve diğer Dünya’nın sessiz ve seyirci kalması başka ne ile açıklanabilir?
Türk devletinin Kürdistan kentlerine dönük abluka ve toplu katliamlara varan cezalandırma siyaseti, sadece Erdoğan’ın hırsızlığını örtbas etmesi, yada AKP’nin iktidarını sürdürme hevesinin bir sonucu olarak değerlendirmek yanıltıcı olur.
Bugün Kürdistan’da yürütülen sindirme siyaseti bütün bunların ötesinde bir nedene dayanır.Bu katliamlar Kürt ulusal kimliğinin inşası sürecinin vardığı aşama ve Kürtleri bölen devletlerin çözülmesi sonucu, Türk devlet politikasının yeniden belirleyen yapısal ve tarihsel koşullarla alakalı bir durumdur.
Faşist diktatörlüklerde tek adam yönetimi elbette belirleyicidir. Bu uygulama ile alakalı bir durum. Fakat tek adam politikasını uygulamak için bazı olağan üstü şartların ya oluşması, yada oluşturulması gerekiyor.
Mesela Hitler, birinci dünya savaşının Alman toplumu açısında yarattığı maddi ve manevi koşulları kullanarak kendi faşist diktatörlüğünü kurdu. İç politika ve dış politika birbirini tamamlayan unsurlar olarak ele alındı ve toplum bu iki alanın kirli ve dezenformasiyonuyla uyuşturuldu.
Erdoğan ise, içerdeKürdlere karşı, dışarıda ise kendi faşist sistemine onay vermeyen her kese karşı savaş ilan ederek Türk toplumunu mobilize ediyor ve bu suni ortamı kendidiktatörlüğünü inşa etmekiçin Kullanıyor. AKP,iktidarını korumanın tek yolunu savaşı devam etmekte görüyor.Bunun için, Dünyanın terörist ilan ettiği IŞİD, Al Nusra gibi terörist örgütlere silah ve militan yardımından vaz geçmiyor.
Cizre, Sur ve Nusaybin başta olmak üzere bir çok kentte yaşanan katliamlara Türkiye’nin Batısındaki suskunluğunu genel geçer bir vicdansızlıkla açıklamak mümkün mü? Elbette hayır! Bunun yukarıda belirttiğim Türk Ulus Devleti ve ulusunun oluşmaya tarihi ve toplumsal koşullarına bağlı olarak, birde Türk toplumunda kendi dışındaki toplumlara ve ülkede yaşayan Türk olmayan ulus ve azınlıklara karşı oluşan hissiyatın belirleyici bir rolü var. Bu duruma savaşın Türkiye’de değilde Kürdistan’da, yani başka bir ülkede cereyan ediyor olmasını da eklemek yanlış olmaz.
Bütün bu tespitlerin belki teorik olarak bir anlamı vardır, fakat hayati önemde olan esas tespit, Türk ve Kürdlerin bu saatten sonra bir arada yaşama şansının olup olmadığı!
Kürdlerin şehirleri Devlet güçleri tarafından, ikinci Dünya savaşında Toledo ve Dresden’i gölgede bırakacak yöntemle tahrip ediliyor.
Kürdler, Devlet tarafından bombardımanla toplu katledildikten sonra patlayıcıyla havaya uçurulan cesetlerin çevreye dağılan uzuvlarını, çocuklarının, yakınlarının Parmak, ayak, Kol v.b. parçalarını, Dicle kenarına taşınan çöplükler de arıyorlar.
Kürd siyasetçi ve Sivillerden oluşan yaralı rehineler günlerce bodrumlarda rehin tutuldu, bu rehinelertoplu olarak, AB İnsan hakları Güvenlik Konseyi ve bütün Dünya’ya yapılan yardım çağrılarına rağmen, katledildi.
Rehin tutulan yaralılar el telefonlarının pilli bitinceye kadar, ‘’Bizi öldürecekler! Yardım edin!’’ diye feryat ettiler. Kürd siyasetçileri ve halkın yardım çabaları devletin engeliyle karşılaştı. Yani Devlet, ‘Hiç bir güç beni bu katliamı gerçekleştirmekten alıkoyamaz’’ dedi ve dediğini de yaptı. Bugün Sur’da, İdil’de, Silopi’de ve Kürdistan’ın diğer coğrafyasında aynı yoğunluktaki katliamlarına devam ediyor!
Peki hangi Kürd bu travmadan sonra Türklerle beraber yaşamak ister? Çünkü Kürdler katledilirken, Türk halkı sadece seyirci kalmıyor, aynı zamanda katliamcı devletin arkasında duruyor!
Bugün Türk toplum temsilcileri olan siyasi Partilerin hepsi Kürdlere karşı birleşmiş durumda. AKP’nin katliamcı politikası CHP, MHP ve diğer irili ufaklı partiler tarafından destekleniyor.
Kürdlere sahip çıkan bir avuç Aydın ve Sosyalist! Bunlar Türk toplumunun binden birine dahi tekabül etmiyor. Türk toplumunun ezici çoğunluğu devletçi ve devletin katliamcı politikalarının arkasında.
Hiç kimse Kürdler’e, böyle bir Ruh hali içinde olan bir halk veya halklarla yaşamayı dayatamaz! Hem ne için? ‘’Zulmünüz Şad olsun’’ demek için mi?
Kürdler bütün hikayelerinin en iyi dönemini yaşıyorlar. Bütün eksikliklere rağmen, Kürd uluslaşması büyük bir aşamayı, sonuç aşamasını yakalamış durumda. Kürdler bu durumu, ulusal bağımsızlık ve demokratik özgürlükle noktalamaktan başka bir seçeneğe sahip değil!
Kürdlerin bütün enerjisi ve mücadele gücü özgürlük ve bağımsızlık kadar, bunun yegane güvencesi olan ulusal birliğin bir an önce gerçekleşmesi çabalarına odaklanmak zorunda!
Diğer halklarla kardeşlik, eşit yaşam ve Devlet denen ceberut aygıtın tahribi, ancak Kürdler bölgedeki diğer halkların sahip olduğu haklara sahip olduğu an(Devlet hakkı dahil) mümkündür!
Ali CATAKCIN
05.03.16