İkinci Dünya Savaşı galiplerinin ittifakıdır, NATO.
Demir, krom, bakır satarak Hitler’e destek veren Türk devleti, yenildiğini görünce batan gemiyi terk eden fare misali saf değiştirmiş, hatta galiplere yanaşıp yardım almak için, eski dostuna savaş bile ilan etmişti.
Bu "ganimet avcılığı"ında, bir yalakalık, yanaşmacılık şekliydi. Amerika da işin farkında ama, savaş koşulları nedeniyle gülümsedi ve yenilmiş Hitler’e savaş ilanını alkışladı.
İki yıl sonra ölen Türk elçisi Ertegün’ün cenazesini de, "iyilik, güzellik jesti" olarak, "Missuri" adındaki savaş gemisiyle İstanbul’la gönderdi.
Türk devleti, bu jeste kendine has bir davranışla cevap verdi: Amerikan denizcilerinin güven ve huzur içinde eğlenmeleri için, İstanbul genelevini yerlilere kapattı. Kadınları doktor kontrolünden geçirip ortalığı bir güzel elden geçirdi. Yerleri bile yıkatıp temizleyerek, kaliteli bir hizmet sundular.
Bu olayı, onur kırıcı bulan ve asla unutmayan üniversiteli gençler yıllar sonra, yeniden ziyarete gelen Amerikalı denizcileri, "ülkemiz geneleviniz değildir" haykırışlarıyla tutup denize atmış, üstlerine boya fışkırtmış, bugün AKP’nin parlamento başkanı olan İsmail Kahraman ve adamları da o gençleri bıçaklamaya çıkmışlardı.
Her neyse Missuri ziyareti aşamasında temelleri atılan NATO’nun temel koşulu, üyelerin demokrasiye bağlılığıydı. İttifaka kapağı atıp Amerikan yardımı almak isteyen TC’de ise her şey var, ama demokrasi yoktu.
İsmet İnönü, mecburiyetten diktatörlük yasaları üstüne demokrasi yaftasını asmak zorunda kalmış, buna rağmen almamışlardı.
Bunun üzerine, "şark kurnazlığı ile kıvırma" dansı başlamış, Türk devleti 1950 yılında ikiye yarılmış Kore’de NATO saflarında yer alma "fedakarlığı" göstermişti. Bu bir rüşvetti. Üstüne, Türk birliğinin "Kunuri savaşında yok edilmesi" de eklenince, "özgürlük ve demokrasi uğruna mağdur" olmuş TC’ye, "buyur içeriye" dediler. Artık, Bizanslının atını çalan Üsküdar’ı geçmiş, kurtulmuştu.
Bundan böyle Türk ordusunun topu, tüfeği, askerlerinin donu, potini, tatbikatlarda "maksat askerin yiyeceği de var" desinler tertibinden sıfr çantalarına konan peksimet torbaları da Amerikan’dandı. Doğrusu Türk yönetimleri de, daha fazlasını hak etmek için elden geleni yapıyorlardı. Batının hasmı olan Rusya’nın sınır boylarında, besleyen efendinin huzuru için badigartlık, çıkar bekçiliği yapıyorlardı. Amerika’da Komünist avı başlayınca da, içeride sürek avını düzenler gibi insan boğazlıyor, Kemalistleri, hatta anlı, şanlı kimi ırkçıları "Komünist" diye hapse atıyor, hümanizmayı işleyen Sait Faik gibi yazarları mahkeme koridorlarında süründürüyor, Orhan Kemal’e kan kusturuyor, Suat Derviş’i muzırat diye takibe alıyor, Kerim Korcan’ı mahpus damının müdavimi kılıyor, pavyonlarda eğlenmekten başka hiç bir dünya görüşü olmayan emekli asker Hayati Karaşahin’i de asıyorlardı.
Ve Türk devleti, başkasına yaranma adına kendi yurttaşlarını kıyım kıyım kıyarak yıllar boyu, "tüfeyli" şeklinde beslendi. Berlin duvarı yıkılana kadar NATO’ya el açtı.
Bundan sonra onun, bunun çıkar bekçiliği para getirmez oldu. AKP iktidarı, bu süreçte, aranan yeni kapıyı bulundu:
Suudi Arabistan’ın "Selefi-Vehabi" yayılmacılığına bekçilik…
Artık NATO’ya ihtiyaç yoktu. Batı ise zaten düşmandı. Vehabiliğin beslemesi IŞİD, El Kaide ve türevleri Batının değerleriyle savaş için örgütlenmişlerdi.
Recep Tayyip, IŞİD’ın sloganlarıyla Batıya düşmanlık ediyor, sövüyordu. IŞİD ise Türk damgalı silahlarla, birilerine vekaleten savaşıyor, Avrupa’da, kendini patlatan İslamik Faşistler Türk devletini köprü yapıp hedef menzile geçiyorlardı.
Buna rağmen, hangi yüzle bilinmez ama, Recep Tayyip Brüksel’de NATO’nun yeni merkezinin açılış törenindeydi. Ama silah ve teknoloji satıcılarının dışında selam veren, semtine uğrayanı yoktu. İttifak ülkelerinin liderleri kıyısında, terk edilmiş, kenara atılmış bir "yalnız adam"dı, o. Yüzüne bakanı yoktu.
Ve o Brüksel’deyken, dünyanın üç ayrı güç merkezi, aynı gün ayrı ayrı, yaklaşan bir tufanı, yıkıcı bir kasırga, deniz taşkınlığını haber verir gibi, yer yüzünü, başını alıp giden Recep Tayyip tehlikesine karşı uyarıyordu.
Önce Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu, "İslami terör diktatörlüğü" tanımı altında, onun Washington gezisi sırasında, sokakta gösteri yapan Kürtleri korumlarına dövdürtmesini kınayan bir karar tarasını kabul ediyordu.
Aynı saatlerde, medyanın karşısına çıkan Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Mariya Zaharova, Türklerin Kürtlere karşı iflah olmaz düşmanlığına dayalı şantajlar nedeniyle, Suriye’de barışın tehdit altında ve şiddetti körüklediğini söylüyordu.
Almanya ise "şantajcı" diye sesini yükseltiyordu.
Bu manzara, Türk devletinin dünyadan dışlanmışlığının, öte yandan, Recep’in sonunu anlatan resimdi.
Recep şöyle, ama böyle gidicidir. Üç ayrı güç merkezi, bunu söylüyor...
(Politika)