Türk Cumhurbaşkanı Recep Erdoğan, geçtiğimiz hafta yeniden rol ve kılık değiştirmiş, bu kez İstanbul’daki Bahariye Mevlevihanesinde, kendini dünya hallerine adamış derviş surat ve kılığına bürünmüştü. Virane Suriye ve Irak davasından efkarlıydı. Kürsüde ah edip vahlar çekiyor, yeni kazılmış çocuk mezarlarını anarken, iç sızılarının titreşimleri yüzüne vuruyordu.
Ahir zaman dervişi edasıyla yüzüne hüzün çökertip şöyle diyordu:
"Suriye ve Irak topraklarında yaşanan vahşet, yüreğimizi parçalıyor, yakıyor. Bazen şunu söylüyorum: Ah Suriye, keşke seni tanımasaydım. Tanıdıktan sonra, tabii bu çok daha ağırımıza gidiyor."
Erdoğan, acı çeken insanlar adına dertliydi. Irak ve Suriye’de yaşanan vahşeti kınamıyor, ayağının altına alıyor, eziyor, kendisi İslami terminoloji ile kırk tas suyla yıkanmış arcak “tafıl" olmuş kisvede “bir mübarek adam" olarak karşımıza dikiliyordu.
Sanki orada akan kanda eli, yıkımda parmağı yokmuş gibi...
Oysa, yıkım ve kırım günlerinde tecavüzcülerin, törensellikle insan kesen caniler, yıkımcıların parası Suudiler ve Katar’dandı. Personel tedarikiyle silahlar TC üzerindendi...
Suriye yıkılıyor. Mezara gömülenler şanslıydı. Çünkü ülke baştan başa açıkta yatan cesetler tarlasıydı.
Ve Erdoğan, bu manzara içinde, fethedilecek Şam’da namaz kılma hayalleri kuruyor ve hayallerini “üç vakte kadar" diyerek Türk halkıyla da bölüşüyordu.
Erdoğan’ın “yaşanan vahşet, yüreğimizi parçalıyor, yakıyor" dediği olaylar serisi bu dönemde yaşanıyordu. Suriye’nin yıkımı ve insanların kırımı için, “insani yardım" adıyla TIR’lara yüklenmiş silahları, “Mafya nakliyatı" sanıp önünü kesen savcılar mesleklerinden ediliyor, olayın haberini ve fotoğraflarını yayımlayan Cumhuriyet Gazetesinin yönetim kadrosu toplama kampına kapatılıyor, kaçmayı başaran Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar da emirle ömür boyu vatan haini oluyordu.
Ve Erdoğan, Mevlevilerin gölgesinde yüreği insanlık derdiyle yanık derviş kisvesine bürünüyordu. Viran şehirlere, gökte uçan kuşların bakışıyla bakıyor, yeni kazılmış çocuk mezarlarını yeni fark ediyor gibi yapıyor, yüreğinin parçalanmasından söz ediyordu.
Hafızası, bir kere daha körelmişti. Bir coğrafyanın alt-üst edilmesindeki rolünü hiç hatırlamıyordu.
“Irak ve Suriye’deki vahşet"in faili meçhuldu, onun ağzında. Kanlı el ortada yok lanet edilesi vahşet vardı. Ama vahşinin adı yoktu.
Türk devleti ter temizdi.
Oysa Botan kırım ve yıkımı Suriye ile Irak’ın devamıydı. Sur, Cizîra Botan, Nusaybin Medlerden, Partlar, Persler, Mekedonyalı İskender Roma uygarlığından mirastı.
O mirası yakıp yıktı Türk IŞİD’i.
Yıkımla birlikte çocuklar, gençlerin kırımı da faili meçhul kaldı.
Halbuki Kürdistan yıkılırken, çocukları kimileri yakılarak kırılırken, Türk devleti Erdoğan’ın “yüksek dirayeti" altındaydı. Hedefteki her Kürt, öldürülmek içindi. Kürtün ölüsü, kurşun fiyatı değerinde bile değildi.
DİHABER’in hazırladığı habere göre, son bir kaç ayda, Şırnak’ta 76 Kürt çocuğu katledilmişti. Kurşunlanarak, gaz bombasına nişangah yapılarak ve panzerle ezilerek...
Çıktığı ağaçtan inemeyen kedi için kamu oyu seferber oluyor, medya oraya odaklanıyor, ama Kürt çocuklarının katlinin haber değeri olmuyordu. Savcılar, dosya açma zahmetinde bile bulunmuyorlardı.
Bazan, katillerin bahis unsuru olarak nişangaha oturtuluyordu, hayatlar: "vuran ortaya konan parayı alır" denilerek... Çünkü, onlar daha doğarken, fişlenip ortadan kaldırılacaklar listesine alınıyorlardı.
Ve bir gazete haber başlığı:
“Sokağa çıkma yasağının yaşandığı Diyarbakırın Sur ilçesinde 3 Mart’ta tahliye edile, aralarında 2 ila 12 yaş arasındaki 8 çocuğa örgüt üyeliği isnat edildiği ortaya çıktı."
Cizre’de, Nusaybin, Sur’da öldürülenler için, dosya bile açılmadı.
Silopi’de, polis panzeri gece yarısından sonra bir evin duvarını yarıp içeriye dalıyor, yataklarında uyuyan Muhammed ve Furkan adındaki iki kardeşi ezilerek öldürülüyor, valilik, “kader" diye açıklama yapıyor, ardına da “aracı kullanan polis sarhoş değildi" çıklamasını ekliyordu.
“İslamcı" polis şerhoş olamazdı, IŞİD dinciliğinde...
Polis serhoş ya da afyonkeş değilse cinayet, “ben bu duvarı deler geçerim" bahsi sonucu muydu? Bilinmez, ama katil cinayetten sonra, görev başındaydı.
Erdoğan ise iki Kürt çocuğun yataklarında katledilmesini ağzına bile almadı. Polis devletinde, Kürt öldürmek haktı. Hayatın hukuku peşine düşmesi suçtu.
Nitekim 6 ve 7 yaşındaki iki çocuğun annesi Nesime Yıldırım anlatıyordu:
“Hastanede, çocuklarını son defa görmek istediğimi söyledim. Polisler silahlarını bize doğrultarak, ‘eğer bir şey yaparsanız silah kullanırız’ dediler."
Ve, Erdoğana methiye havuzundan beslenen Star gazetesinde, bir Filistinli bir gencin İsrail polisince öldürülmesine ilişkin haberin başlığı şöyleydi:
"Terör devleti kan kustu!.."
Politika