Böyle olduğu halde halen hak edilen ilgi gösterilmediği gibi yaşanmış olan trajediler için sağlıklı bir özür bile yoktur. Olmadığı gibi halen de itelenen ve ötelenen iki halk gerçekliği söz konusudur. Evet, bunun için bu iki halkın ilişkilerinin her gün büyük kardeşlikler ve birliktelikler temelinde gündemde olmaları gerekiyor.
Kürt Ermeni ilişkilerini ele alınırken en çok 19. yy’ın sonlarıyla 20. Yüzyılın başları ele alınmaktadır. Bu tarihi süreçler elbette önemlidir. Daha önemli olan bu süreçlerin dışında olan tarihi süreçleri de irdelemektir. Yukarıda belirtilen tarihler Kürtlerle Ermeni halkının karşı karşıya getirilmek istendiği tarihlerdir. Doğru olan elbette yapılanların üstünü örtmek değildir. Yaşananları kaleme alarak geçmişte yaşanmışlıklardan ders çıkararak tekrarlanmasına izin vermemektedir. Belirttiğimiz gibi yüz yıllarca ortakça, ortaklaşa, kardeşçe yaşanmış olanların daha fazla k esas alınması gerektiği açıktır.
Kürt Halk Önderliği kardeşlik ve ortaklaşma kültürüne Süryanileri de ekleyerek, yazdığı Savunmalarda şöyle dile getirmektedir:
“Kürdistan daha üstte Bizans ve İslam İmparatorluğu’nun (daha öncesi Sasanilerin) temel çarpışma alanı konumundadır. Kürtler; kuzeylerinde daha çok Ermeniler, güneyde Süryaniler, batıda Rumlar ve doğuda ise Farisilerle iç içeydiler. Çoğunluk halkı oluşturmalarına rağmen, bu komşu halkların özellikle kentlerdeki gücüyle daimi temas halindeydiler. Kendileri çoban ve ziraatçı halk olarak varlık kazanırken, Ermeniler ve Süryaniler kentli-zanaatkâr halk olarak varoluş halindeydiler. Böylece aralarında tarihsel bir iş bölümü de gerçekleşmiş oluyordu. İlişkiler çelişkili olmaktan çok simbiyotik (karşılıklı birbirini besleme ilişkisi) ilişki niteliğindeydi. Bu ilişkilere Yahudileri de dahil etmek gerekir. Yahudilik daha doğuşunda Kürt coğrafyasıyla yakın bağ içinde olmuştur.
Kürtler Ermeni ve Asurî kavimleriyle iç içe yaşamışlar ve ortaklaşa birçok uygarlık ve kültürel girişimlerde bulunmuşlardır. M.Ö. 2.000’lere kadar uzanan bu yönlü ilişkilerin varlığı tarihte de tespit edilebilmektedir. Kavim beylikleri arasındaki tüm iktidar çekişmeleri ve mülk kavgalarına rağmen, 19. yüzyılın başlarına kadar Ermeni, Kürt, Türkmen ve Süryani halkları arasında yoğun kültürel ilişkiler yaşanmıştır. Bu ilişkiler ağırlıklı olarak simbiyotik olup hem maddi hem de manevi-kültürel alanlarda gelişmiştir. Bu halkların kaderlerini köklü olarak değiştirecek olumsuzluklar yaşanmamıştır. Var olan çelişkiler daha çok kavim üst tabakalarının çıkarları temelinde kışkırtılıp çatışmalara dönüştürülmüştür. Alt tabakaların dinsel ve mezhepsel farklılıkları saygıyla karşılanmış, dostluğun ve kardeşçe ilişkilerin önünde engel olarak görülmemiştir. Tarihin hegemonik güç ve ideolojiler temelinde yazılıp propaganda edilmesi bu gerçekliğin üstünü örtemez, ortadan kaldırmaya yetmez.”
Başkan Apo’nun burada ifade ettiklerini tarihin birçok kesitinde bulmak mümkündür. Örneğin daha 1860’larda giderek gelişen Osmanlı Saldırılarına karşı Ermenilerle Dersim Kürtleri’nin ortaklaşa hazırladıkları “Milli Kurtuluş için Ermeni ve Kürt Komitesi" örgütü vardır.
“Fransız Burjuva Devrimi'nin titreşimleri Osmanlı İmparatorluğu’nu da sarmalamış ve batı memleketlerinden başlayarak etnik ve ulusal temelde ayaklanma hareketleri baş gösteriyordu. Bu kimlik arayışının etkilediği doğulu milletler ve azınlıklar da giderek seslerini yükseltmeye başlamışlardı. Bu etkilenişin ilginç örneklerinden biri de Dersim bölgesinde yaşanmıştı.
1864 Yazı’nda Ermeni Liderlerinden Atom Karapetyan, temsilcilerini Dirican'dan Yukarı Dersim'e (Dersima Çîya), 20. Yüzyılın ilk yarısında Dersim'in dini-siyasi lideri Seyid Rıza'nın Babası Seyid İbrahim’e gönderir. Temsilciler, on gün boyunca Seyid İbrahim’in evinde kalır ve kendisiyle konuşurlar. Seyid İbrahim, sonunda tüm aşiret reislerinin katılacağı bir toplantı yapılmasını önerir. Toplantı, 10 Ekim 1864'te Pertek’te başlar. Toplantıda, bir temsilci heyetinin, Türk hükümeti nezdine gönderilip, Dersim'in kendi kendini idare etmesi hakkının barışçıl yollardan talep edilmesi önerisi yapılır. Bazıları bu öneriye karşı çıkarak, Dersim'in statüsünü korumak için silaha sarılma önerisini getirirler. Bu durum, toplantıyı ikiye böler; fakat sonunda bir heyet oluşturularak İstanbul’a gönderilmesi ve sorunun barışçıl yollarla çözülmesi kararı benimsenir. Ancak yukarı Dersimliler, bu karardan hoşnut kalmazlar.
Dersim'in elçileri 1865 yılı Mart’ında İstanbul’a doğru yola koyulurlar. Fakat daha oraya varmadan, Jurnalcılar, heyetin gidiş nedenini İstanbul’a haber verirler. Heyet üyeleri İstanbul’a varır varmaz hükümet tarafından tutuklanarak zindana atılır ve ancak iki yıl sonra 2 Nisan 1867’de serbest bırakılırlar.
Serbest bırakılan üyeler, Atom Karapetyan başkanlığında yukarı Dersim'e giderler. Bir süre orada kaldıktan sonra, silahlı bir ayaklanma başlatmak için aşiret reisleriyle konuşulur ve ayaklanmaya hazırlanmaları konusunda onları ikna ederler. Gelişmeleri haber alan hükümet çevreleri, onların kendi yerlerine dönmelerini kolaylaştırır.
Önceki girişimden düş kırıklığına uğrayan heyet mensupları, bir süre sonra Atom Karapetyan'ın başkanlığında Xinzoresk (şimdi Elazığ merkeze bağlı Örençay) köyünde Ermeni ve Kürt liderlerinin katıldığı bir toplantı yaparlar. Toplantıda, özeleştirilerini yapıp, eski yanlışlarını kabul ederek, artık hiçbir zaman hükümete güvenmeme ve yeni bir silahlı ayaklanma başlatma kararı alırlar.
Bunun için de Ermenilerle Kürtler arasında örgütlü bir mücadelenin gelişmesi ve Xol adlı silahlı bir saldırı müfrezesinin kurulması için çalışacak “Milli Kurtuluş için Ermeni ve Kürt Komitesi" adlı bir örgütün kurulması gereği üzerinde durulur ve 6 Ocak 1868'de 14 kişilik bir Komite kurulur. Bu Komitenin üyeleri şunlardır:
1-Xaçik (Haçik) Minasyan
2-Grigor Karapetyan
3-Halişe'nin oğlu Seydo
4-Kamer Mısto'nun oğlu İsmail
5- Ahlatlı Ahmed'in oğlu Ali
6-Henli Miko'nun oğlu Uso (Yusuf)
7- Reyisli Omer'in oğlu Miko (Hagob)
8-Galli Hasan'ın oğlu Temir
9-Sarkis Pağdo'nun oğlu Piğdo
10-Süleyman Pero'nun oğlu İbrahim
11- Azakans Adam'ın oğlu Nersik
12-Manukans Gabo'nun oğlu Manuk
13-Sulo Xudo (Süleyman Xıdır)ın oğlu Mehmet.
Milli Kurtuluş için Ermeni ve Kürt Komitesi'nin amaçları 12 maddede belirlenmişti. Bunların bazılarını buraya alacak olursak:
1- Osmanlı işgalcilerine karşı her alanda savaşmak,
2-Dersim'de Ermenilerle Kürtlerden Xol adlı silahlı saldırı birlikleri kurmak,
3-Yaşları 18 ile 30 arasındaki Ermenilerle Kürtler, Xol birliklerine katılabileceklerdi. Katılacakların aynı zamanda Xol komutanlığıyla beş kişilik komite tarafından seçilmiş olmaları gerekiyordu.
4-Her Xol Birliği 25-50 kişiden oluşacaktı.
5-Xol komutanı, yaşı 30'a varmış ve savaşta beş kez kahramanlık göstermiş insanlar arasından seçilebilecekti.
6-Xol'un resmi dilli Zazaki olacak ve ancak Kürtçe bilen Ermeniler Xol Üyeliği’ne seçilebileceklerdi.
…
12-Haçik Minasyon (Başkan), Halçens Seko (Dersim'in temsilcisi) ve Atom Grigor Karapetyan (Sekreter), Komite’nin başkanlık divanına seçildiler. Başkanlık Divanı, Xol Komutanlığı’na emir verme ve olağanüstü durumlarda Komite'nin yerine toplanma yetkisine sahipti.
Programını belirledikten sonra Komite çalışmalarına başlar. Her şeyden önce hükümetin elinde maşa haline gelen, topluma baskı yapan ve kirli işlerini haince yürüten ağa ve beylere karşı harekete geçer.
Komite üyeleri, Şah Hüseyin Bey ve Sait Bey'le ilişki kurarak, hükümete karşı ortaklaşa savaşmak için anlaşırlar.
Silahlı Xol Birlikleri 1868 Ağustos'unda 40 Ermeni ve Kürt Köyü’nü elinde bulunduran ve köylülere baskılarıyla büyük acı çektiren Halil Ağa’ya karşı saldırıya geçerler. Sırtını devlete dayayan Halil Ağa, çeşitli vaatler ve aldatmacalarla saldırının üstesinden gelmeyi becerir.
Komite çalışmalarını fazla ilerletemez, üyeleri arasına ikilik girer, halkla ilişkileri zayıflar ve adım adım dağılır.” Mehmet Bayrak-Dersim-Koçgiri kitabından)
Esasın bu olduğunun bilinciyle bunun yanında ters duranları da ele alarak doğru sonuçlar çıkarabiliriz. Kürtlerle Ermeniler arasındaki en önemli tarihi kırılmayı bizler 1894-1895-1896 yıllarında görmüştük. Hamidiye Alayları’nın Ermeni Halkı’nı Osmanlılar adına nasıl katlettiklerini yazmıştık. Yine Osmanlı devleti tarafından daha önce farklı yer ve zamanlarda gerçekleştirilen katliamlarda biliniyor. Örneğin bir Zeytun’da 1862, 1878 ve 1884’te gerçekleştirilen böyle katliamlar söz konusudur. Alman General Goltz’un söylediklerini: “Daralan memlekette yani Anadolu ve Rumeli’nde daha birçok kıymetli fütuhatlar yapılabilir. Yukarı Arnavutluk, … Zeytun Ermeni Bölgesi…”ni de unutmayalım.
Benzer ama bu kez daha ağır bir durumu ise bizler Birinci Dünya Savaşı’nda ittihatçıların Ermeni halkına karşı yaptıklarında göreceğiz. Önceleri İngiliz ve Fransızlara yakın duran İttihatçılar birinci dünya savaşından önce iyice Almanlara yakınlaşacaklardır. Almanlar İttihatçıların var olan Osmanlı coğrafyasında hakimiyet sağlayabilmeleri için çeşitli önerileri bulunmaktadır.
Örneğin tarihi belgeleri bulunan bir gerçeği yine Kürt Tarihçi Kemal Mazhar Ahmed kitabında: “Rohrbach Kasım 1913 sonlarında Alman Asya Derneği’nde verdiği bir başka konferansta da aynı düşünceyi dile getirdi. Ve Alman çıkarlarına hizmet ettiği için batı Ermenistan’ın Osmanlı Toprakları içinde kalması gerektiğine işaret etti. Bu ikinci konferansta üzerinde durduğumuz araştırmanın konusu açısından son derece büyük önem taşıyan ve Ermeni katliamlarındaki esrarengiz, belirgin yönleri aydınlanması muhtemel olan bir ifşaatta bulundu. Batı Ermenistan’ın Türkiye’de bir kargaşa kaynağı oluşturduğunu ve bunun ancak “Kürtleri kullanarak ortadan kaldırılabileceğini” belirtti. Rohrbach daha sonra Ermenileri ezmede Kürtlerin kullanılmasına Almanya’nın itiraz etmeyeceğini çok kaçamaklı bir ifadeyle ilan ederek bu konuyu daha da açıklığa kavuşturdu” diye belirtmektedir. (1. Dünya Savaşında Kürdistan)
hikayeye dikkat edersek yine aynıdır. Hamidiye Alayları halen varlığını koruyorlar. Ermeniler İngiltere’nin yanında yer alabilecekleri düşünülüyor. O zaman yapılması gerekli olan Ermenileri tehlike olmaktan çıkartmaktır. Bu tehlikenin bertaraf edilmesinin bir yolu Kürtleri kullanmaktadır. Kürt derken öncelikli olarak Hamidiye Alayları Kürtlerini, İttihatçıların işbirlikçilerini, lümpenleri, gözünü mal bürünmüş Kürt feodallerini ve düşmüş ve düşürülmüş ne kadar tip varsa…
Ermeni insanlarımızın böyle katledilmesine sözünü ettiğimiz güçler özelde teşvik ve tahrik ederlerken, aynı biçimde benzer türden olan Ermenileri de bu kez Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslar, daha öncesinde ise yine batılı güçler tahrik ederek Kürtlere karşı katliamlar yapmalarına yol açmıştır. Bu ise halkların birbirlerine karşı düşman hale getirmelerinden başka bir şey getirmediği ve getirmeyeceği de açıktır. Örneğin Ruslar 1916’nın Baharı’nda Rewanduz’a girdiklerinde öne sürdükleri benzer türden olan Ermeniler olduğu için Rewanduz’da korkunç katliamlar yapacaklardır. Çünkü daha bir yıl üzerinden geçmemiştir ki yüz binlerce Ermeni katledilmiştir.
Evet dikkat edelim düğüm yine aynıdır. Garo Sasoni’nin söylediği düğümdür. “Osmanlı öldürür, fakat suçlu daima Kürttür. Baskı yapar, kabahatli yine Kürttür. Hiçbir fenalık ortada mevcut değildir ki, bunu yapan Kürt olmasın ve hiçbir zulüm yoktur ki, buna maruz kalan Ermeni olmasın” düğümüdür.
1,5 milyon Ermeni’nin katli ile yüz binlercesinin zoraki göçertilmesi böyle yaşanmış olan bir gerçekliktir. Ama unutulmasın ki 30 bin Ermeni henüz 1909 yılında Adana’da kalleşçe katledilmiştir. Nedeni açıktır. İttihatçı siyaset esasta Türkleştirmeyi esas alan bir siyasettir. Modern Türk tarihi uzmanlarından Profesör A. F. Miller’in de belirttiği gibi, “İttihatçıların “Osmanlı Birliği” ile kast ettikleri bütün öteki etnik toplulukların Türkleştirilmesinden başka bir şey değildi.” Yaklaşım ya da zihniyet bu olunca buz gibi soğuk çıkar ilişkileri de işin içine girince ortaya çıkacak olan milyonlarca insanın katledilmesidir.
Yukarıda dile gelenlerin tümünü Kürt Halk Önderliği Savunmaları’nda daha rafine bir şekilde şöyle dile getirmektedir:
“Ermeni Soykırımı bu genel tablo içindeki en trajik bölümdür. Ulus-devlet için ayağa kalktıklarında (1914 öncesinde ve savaşın ilk yılında), İttihat ve Terakki Yönetimi’nin 24 Nisan 1915 tarihli kararı temelindeki karşı saldırısıyla kendilerini binlerce yıllık yurtlarından atılmak ve yollarda imha edilmekle, geriye kalanlar ise uzun süreli diaspora yaşama mahkûm edilmesiyle karşı karşıya kalacaklardı. Diaspora Ermenileri bir gerçekliktir ama çok mutsuz, ezik ve yıkık bir gerçekliktir. Kurulan küçük Ermeni ulus-devleti belki de bir teselli kaynağı olacaktı. Soykırımda sadece Türkçü burjuvazinin değil, Kürt feodallerinin de payından bahsedilir. Bunlar sadece Ermeni soykırımında değil, aynı dönemlerde daha değişik biçimlerde (özellikle Hamidiye Alayları’nda) yürütülen Kürt soykırımında da asli suçlu unsurlar durumundaydılar. Halen yürütülmekte olan Kürt soykırımında bunlar ‘köy korucuları’ olarak, Kürtlüğü inkâr karşılığında mülklerini ve sermayelerini arttırarak ve gerektiğinde sahte Kürtçülük yaparak lanetli rollerini oynamaya devam etmektedir.”
Bu acımasızca katliamın nasıl yürütüldüğünü daha yakından görmek için birinci elden ittihatçılar tarafından verilen birkaç kesin talimatı buraya almaktan yarar vardır.
İttihatçıların beyin takımında yerini alan Triumvira’nın başı da sayılabilecek olan Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın Halep Valisi’ne gönderdiği telgraf metni şöyledir:
“Türkiye de yaşamakta olan Ermenilerin ortadan kaldırılması için cemiyet talimatları uyarınca nihayet alınan karar daha önce size bildirilmişti. Bu karara aykırı bir tutum içinde olanların görevlerinin başında tutulmamaları gerekir. Atacağınız adımlar Ermenilerin sonunu getirici nitelikte kesin ve keskin olmalıdır. Hiçbir şekilde yaşa, vicdana ya da kadın, erkek ayrımına bakmayın.”
Başka bir talimatı ise:
“Malum millete (Ermeniler) karşı talan ve şiddete başvurdukları gerekçesiyle bazı görevlilerin Divan-ı Harbe verildiğini öğrenmiş bulunuyoruz. Zevahiri kurtarmak için bile olsa böyle bir tedbir, muhtemelen öteki görevlilerin cesaretini kıracaktır. Bu yüzden bu tür yargılamalara meydan verilmemesini emrediyorum” içeriklidir.
Yine başka tarihli bir talimatı ise:
“O kimselerin (Ermeniler) çeşitli kişisel şikayetlerine kulak vermeniz halinde sadece yabancı memleketlere gönderilmeleri gecikmiş olmayacak, aynı zamanda gelecekte çeşitli siyasi güçlüklerin ortaya çıkmasına fırsat verilmiş olacaktır. Bunun ışığında görevlilere zorunlu ve kesin emirleri vermelisiniz” sertliğindedir.
Bugün herkes biliyor ki İttihatçılar Ermenilere karşı düşündüklerini ve yaptıklarını aynı tarihlerde özgürlük kavgasına tutuşan Araplar içinde düşünmektedirler. Biliniyor 1916 Yılı’nda onlarca Arap Aydın’ı bizatihi Cemal Paşa tarafından idam edilmişlerdir. Ancak bu planlamanın çok önceleri planlandığını gösteren belgelerin bulunduğunu Kemal Mazhar Ahmed sözünü ettiğimiz aynı kitabında dile getirmektedir.
“Bazı Arapça kaynaklarda bir grup Arap Subay’nın 1912’de önemli bir belgeyi ele geçirdiği belirtilmektedir. İttihatçı bir liderin üst düzey bir subaya gönderdiği bu mektupta şunlar denmektedir. “Arapları düşman ateşine maruz bırakın ve onlardan kurtulmaya bakın; çünkü onları öldürmek çıkarımızadır. Kürtler ise sağ tutulmalıdır. Çünkü Ermeni Toprakları’nda onlara ihtiyacımız var.” (Arap Devrimi, Başlangıcı, Neden Ve Sonuçları, bazı Arap örgütlerince hazırlanan bir yayın, Kahire, 1916, s.146; şehitler konferansı, Beyrut s. 145)”
Tüm bunlara rağmen Osmanlı Birinci Dünya Savaşı’nda giderek zayıfladığında görüyoruz ki 1916 yılını 1917 yılına bağlayan kış yüz binlerce Kürt Kürdistan’dan batıya zoraki sürülmektedir. Bu sürgünlerde kimi belgeye göre daha önce ifade ettiğimiz gibi 700.000 Kürt yaşamını yitirmiştir.
Sözü uzatmadan belirtelim ki Osmanlılar zamanında başlayan, ittihatçılar döneminde daha derinlikli olarak sürdürülen ve yine cumhuriyet döneminde ise tamamen bitirilmek istenen bir Ermeni gerçekliği söz konusudur. Boşuna Kürt Halk Önderliği Hrant Dink için “Bu toprakların Son Ermeni’si” demedi.
Ermeni halkı bu toprakların en kadim halkı olarak çok büyük acılar yaşadığı ortadadır. Ermeni halkının trajedisini kelimelerle sayılarla ifade etmek mümkün değildir. Unutulmamalı ki bu kıyımı, bu soykırımı gerçekleştiren güçler ortadadır. Yine halen bugün de bu kıyımı gerçekleştiren zihniyet yaşamaktadır. Kürtlerle Ermenilerin, yine Kürtlerle Asurilerin, Kürtlerle Süryanilerin ve tabi bu topraklarda yaşayan diğer tüm halklarla her zaman en ileri düzeyde ortaklaştıklarını, tarihi bilen herkes söyler. O karanlık yıllarda bile Dersim ne Osmanlıların ne de ittihatçıların oyununa gelmiştir. Yine Kürdistan’ın birçok yerinde Kürt halkının çoğunluğu bu oyuna gelmemiştir. Tam tersine Ermeni halkının trajedisi yaşanırken aynı trajediyi kendisi de yaşamıştır.
O kıyım yıllarında bile V. Gordlevski’nin itiraf ettiği gibi “Müslüman Kürtler ile Hristiyan Ermeniler arasındaki din farklılığının hiçbir rolü yoktu” demekten kendisini alıkoyamamıştır. Hatta söylediklerini daha ileriye götürerek: “Aslında Ermenilerin Müslüman Camilerini, Kürtlerin de Ermeni Kiliselerini ziyaret etmesi eskiden olağan bir davranıştı” demektedir.
Sözü uzatmadan tarihçinin sözleriyle söyleyecek olursak:
“Bu bağlamda belirtilmesi gereken bir nokta Ermeni katliamlarında yer alan Kürtlerin çoğunlukla Hamidiye Alayları’na yani başlangıçta bu işleri yürütmek ve Kürtleri mesul tutmak amacıyla oluşturulmuş askeri birliklere mensup olmasıdır.
Bazı gerici ve köhne Kürt feodal ve aşiret beylerinin katliamlarda rol oynamış olması da bu gerçeği değiştirmez. Hamidiye Alayları’nın komutanlarıyla belirli feodal bey ve ağaların Ermenilere yönelik katliamları kendi keselerini doldurmak, kurbanların arazilerine el koymak ve mallarını yağmalamak için iyi bir fırsat olarak gördüklerini belirtmekte yarar vardır. “
Gerçekler böyle olmasına rağmen Kürtleri Ermeni halkının karşısına dikmek büyük bir insafsızlık olur. Halbuki bizler biliyoruz ki emperyalist güçler tarihte ne kadar da çok bu halkları birbirine kırdırmak için uğraşmışlardır. Almanları söylerken daha önemli olan ise İngilizlerin 1895 Yılı öncesi ve sonrasında bilinçli olarak yaydıkları “Sivas, Elazığ, Van, Bitlis, Erzurum, Van ve Diyarbakır gibi yerlerin Ermenilere verilmesi” yani Vilayat-ı Sitte sözleridir. Böyle yaparak zamanının Hamidiye Alayları’nı-ki zaten Osmanlıları korumak için kurulmuş olan bu yapıyı-Ermeni Halkı’na karşı daha fazla kışkırtmış ve sonuçlarının ne olduğunu yukarıda yazmaya çalışmıştık.
Benzer bir gerçeklik ise daha sonra ele alacağımız Sevr Konferansı’nda ortaya çıkan gerçeklerdir.
“10 Ağustos 1920 yılında imzalanan anlaşmanın hedefi yalnız Osmanlı devletinin sona erişini formüle etmek değil aynı zamanda Türkiye’yi de parçalamak bir yarı-sömürgeye dönüştürmekti. İngilizlerce belirlendiği besbelli bir düzen çerçevesinde, antlaşmada başta Ermeniler ve Kürtler olmak üzere bazı bölge halklarının sorunlarına da yer verilmekteydi. Antlaşma hükümleri uyarıca İzmir Türkiye’den alınarak, Yunanistan’a bağlanıyor. İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının denetimi uluslararası bir komisyona veriliyor. Türkiye’nin Avrupa’da kalan topraklarının sınırları belirleniyor, karasuları içinde ki bütün adaları bırakması öngörülüyor, asker sayısı en alt düzeye indiriliyor. Ve başka hükümlerin yanı sıra ülkenin ekonomik tesisleri üzerinden doğrudan bir denetim kuruluyordu. Türkiye eski Osmanlı vilayetlerinin manda sistemi ya da büyük devletlerin doğrudan yönetimine girmesini öngören bütün kararları kabul ediyordu.”
Anlaşmanın içeriği böyle görülmüş olsa da kesinlikle gerçekliği bu değildir. Gerçekliği henüz arada bir yıl geçmeden İngiltere yani Londra’da ortaya çıkan sonuçlardır. Çünkü Londra’da eğer gelecekte kurulacak olan Türkiye kendi şartlarını kabul ederlerse o zaman anlaşmada alınan kararlarının geçersiz olacağını söylemeleridir. Boşuna Sevr Antlaşması William Eagleton’un sözleriyle “daha imzalandığı anda ölü doğmuş bir metinden başka bir şey değildi. Çünkü tarih M. Kemal tarafından farklı yazılmaktaydı” denilmemiştir. Yine boşuna Amerikalı Diplomat George Kennan “gelecekte yaşanacak büyük trajediler, söz konusu antlaşmalarda şeytanın eliyle yazıya dökülmüştü” denilmemiştir.
Sözü uzatmayalım, gerçekler görüldüğü gibi cereyan etmemişti ve halen de görüldüğü gibi etmemektedir. Nasıl ki geçmişte başta uluslararası güçler olmak üzere, Kızıl Elmacı yani ittihatçı faşizan zihniyet Ermeni halkını Kürtlerin karşısına dikmek istemişse de bugün aynı zihniyet bu kez farklı şekillerde yapmak istemektedir.
Başkan Apo’nun 2014 yılında Ermeni halkına hitaben yazdığı mektubu buraya alarak tarihsel dokuyla birlikte güncel olarakta halen bir sorun olarak halkların karşısına dikilmek istenen bu gerçekliğe yeniden bakarak kapatalım:
“Mezopotamya ve Anadolu’nun kadim halkları arasında yüzyıllardan bu yana var olan toplumsal ilişkiler son üç yüz yıldır büyük bir altüst oluş içerisindedir. Özellikle kapitalist modernite ve onun tapınağı ulus devletlerin saçtığı zehir nedeniyle bu topraklar adeta halklar ve kültürler mezarlığına dönmüştür. Monolitik ulus yaratma projeleri Avrupa’dan Afrika’ya, Asya’dan Avustralya’ya, oradan Amerika’ya kadar insanlığın bütün değerlerini alaşağı etmiş, binlerce yıllık kültürel mirasları ve değerleri yeryüzünden silip süpürmüştür. İnsanlığın ve medeniyetin ilk boy verdiği anavatanımız olan bu topraklar da bu felaketten fazlasıyla nasibini almıştır. Halklarımız arasına hançer gibi sokulan ırkçı-milliyetçi akımlar bu felaketin ideolojik alt yapısını oluşturmuştur. Onlarca dil ve kültür bu yangın yerinde yanıp kül olmuş, birer nostaljik öğe olarak bile günümüze kalmayı başaramamışlardır. Birçok halk soykırım gibi insanlık suçu nedeniyle yok edilirken, birçok inanç ve kültür de baskılar sonucunda ortadan kaybolmuştur. Son yüzyıllarda yaşanan felaketler insanlığın başına gelmiş en büyük felaketlerdir. Tarih boyunca savaşlar ve çatışmalar hep yaşanagelmiştir ama hiçbir dönemde de bugün olduğu gibi insanlığı ve doğayı yok etmeyi hedefleyen, büyük ölçüde başarılan bir yönelim olmamıştı.
İşte, Ermeni halkına yönelik geçen yüzyılın başında uygulamaya konulan soykırım planı da bu iğrenç politikaların en zalim olanlarındandır. Ermeni halkının içine düşürüldüğü durum tam bir soykırım gerçeğidir. Bu soykırıma rağmen Ermeni halkının trajedisiyle birlikte kendini bugüne taşıyabilmiş olması büyük bir mucizedir. Bu mucize, hiç şüphesiz mazlum Ermeni halkının büyük emekleri ve mücadelesi sonucu gerçekleşmiştir. Günümüzde Ermeni halkının yaşadığı tarihsel gerçekle bütün dünyanın yüzleşmesi ve Ermeni halkının acısını paylaşarak yasını tutmasının önünü açması gerekir. Türkiye Cumhuriyeti’nin de bu olgunlukla meseleye yaklaşması ve bu acılı tarihle yüzleşmesi kaçınılmazdır.
Ermeni halkının ise ırkçı-milliyetçi tuzaklara düşmeden, halklarımızı daha yüzyıllar boyunca çatıştırmayı hedefleyen uluslararası sermaye güçlerinin ve lobilerinin sinsi amaçlarından uzak durarak, mücadelesini sürdürmesi naçizane önerim olabilir ancak. Kürt halkının özgürlük mücadelesi ile Ermeni halkının acılarının sağaltılması, eşit haklara sahip yurttaşlar olarak bu topraklarda yaşama mücadelesi iç içe geçmiştir. Demokrasiyle taçlandırılmış bir cumhuriyet hem geçmişiyle hesaplaşmış hem de farklı bütün kimliklerin özgürce yaşadığı bir cumhuriyet olacaktır. Bizler, bu çerçeveden bakıldığında sadece Kürt halkının değil; bu kadim coğrafyanın bütün halkların ve inançların özgürlüğü için mücadele ediyoruz diyebiliriz.
Bu nedenledir ki, Kürt sorununun çözümsüzlüğü için iç ve dış bütün demokrasi karşıtı güçler her dönemde önümüze engeller çıkardılar. Barışçıl yolları denediğimiz her dönemde büyük provokasyonlarla süreçleri kesintiye uğrattılar. Bu kesimlerin dayandığı iki temel güç; para-kapital ve milliyetçiliktir. Araç olarak da büyük sermaye lobilerini ve son dönemlerde de cemaat türü yapıları kullandılar. Halklar arasında henüz görülmemiş hesapların olduğu propagandasıyla sürekli olarak kendilerine zemin oluşturma gayreti içerisinde oldular. Oysa bu topraklarda yaşayan bütün kadim halklar bu toprakların sahibidir ve paylaşamayacakları hiçbir şey yoktur. Kürt, Türk, Arap, Fars, Ermeni; hangi halktan olursa olsun, aralarındaki hukuk, eşitliğe dayalı kardeşlik hukuku olmak zorundadır. Halklar arasında yaratılan düşmanlık bizim öz kültürümüzün bir parçası olarak kabul görmemelidir. Bunun gelecek nesillerimize sirayet etmesine engel olmak zorundayız. Bu da ancak gerçek bir adalet üzerine inşa edilmiş tarihi bir barışla olur.”
ANF / Kasim Engin