Malum; Türkiye`de son ayların temel tartışma konusu Meclis tarafından kabul edilmiş olan Anayasa değişikliği ve bu amaçla düzenlenecek olan referan-dum`dur. İktidar kanadı, degişikliğin gerekçesini devlet yönetiminde çiftbaşlılığı ortadan kaldırmak ve karar alma mekanizmasını hızlandırmak olarak gösteri-yor. Buna karşı çıkanlar, yani muhalefet edenler ise mevcut değişikliğin, yetkilerin tek kişinin elinde toplanmasına yol açacağını ve kuvvetler ayrılığını ortadan kaldıracağını ileri sürüyorlar. Bu konuda, MHP`nin muhalefet eden kesimi ile ÇP`nin gerekçelerinin tümüyle çakışıyor olması dikkat çekicidir. Her iki kesim bakımından da en büyük endişe kaynağı, yalnız başına karar verme yetkisine sahip olacak başkanın, Türkiye`nin merkezi yapısını değiştirerek ademi merkeziyetçi bir modele kayabilmesi ihtimalidir. Onlara göre böyle bir adım, eyelet sistemine geçmek demektir ki bu da Kürtler bakımından özerkli-ğe, hatta federasyona kadar gidebilir. Şu garipliğe bakın ki klasik kemalistler, ya da „Beyaz Türkler,“ din parfümlü kemalistlerle mücadele ederken en çok kjarşı çıktıkları şey, Kürt halkı ile Aleviler gibi dışlanıp ezilen kesimlere nefes aldırtabilecek adımların atılması ihtimalidir. Dünyamızda başka her hangi bir yerinde böylesine ucube demokrat türüne rastlayan var mı acaba?
Oysa, eyalet sistemi ya da benzeri bir model, Kürtlerle Aleviler söz konusu ol-masalar bile, Türkiye`nin katı merkeziyetçiliğe dayalı 94 yıllık ırkçı ve şöven sistemini aşabilmenin bir adımı olarak desteklenmeyi hak eden bir modeldir.
Bu konuda, kendi partilerinin Genel merkez politikasına muhalefet eden ve „Hayır! diyen MHP`liler bakımından doğal olarak sorun yok. En uç noktada ırkçılığı savunan bir siyasal akımın aktör ve figüranlarından tersi bir davranış zaten beklenemez. Ama ÇP bakımından durum farklı. Bir kere bu partinin tabanında hayli geniş bir demokrat kesim ile bunların partilerinden beklentileri var. Parti yönetiminin savunduğu „tek millet, tek devlet, tek bayarak“ ırkçılığına dayalı katı merkeziyetçi sisteme sarılmasnın ise onların talep ve beklentilerine yanıt teşkil edemeyeceği açıktır. AKP`nin demokrasi karşıtı uygulamalarına karşı mücadele etme adına muhtemel bir ademi merkeziyetçi uygulamaya karşı çıkmak, yandaş yayınlarda „Türkiye`yi Böldürmeyiz“ türünden anti-Kürt sloganlara sarılmak en hafif deyimiyle bir ikiyüzlülük örneğidir.
Referandumda Kürt tavrına gelince; AKP`ye yakın duran Kürtler arasında genel egiliminin „evet“ oyu kullanmak olduğu bellidir. Yine devletin tüm olanak-larını seferber ederek „evet“leri çoğaltmaya çalışacağı da bilinmeyen bir şey değil. Referandumun, Kürdistan`da sandık ve sayım güvenliğinin neredeyse hiç olmadığı bir ortamda yapılıyor olması ise ayrı bir sorundur. AKP iktidarının, özellikle de Kürdistan`da sırf „evet“leri yükseltmek için değil, „Kürt kardeşlerimiz bizi destekliyor“ propagandasına malzeme toplamak amacıyla da sayımda hileye başvurabileceğini söylemek bir kehanet olmasa gerek. Zaten olaganüstü hal en başta böyle şeyler için yürürlükte değil mi?
Kürt cephesinde, tavırları üzerinde asıl durulması gerekenler, elbet sisteme muhalif olan yurtsever kesimdir. PKK`nin „Hendek“ ya da „çukur“ savaşından
sonra büyük bir kırılmaya uğramış olsa da, bu kesimin en kitlesel gücü hala HDP`dir ve o da tutumunu şu aşamada „Hayır!“ oyu verme şeklinde belirlemiş bulunmaktadır. Hayırcı Kürtler, bu tutumlarına gerekçe olarak mevcut anaysa degişikliğinin kabul edilmesi halinde, Türkiye`nin çok daha azgın bir diktatör-lüğün kucağına düşmesi ihtimalini gösteriyorlar. Kuşkusuz, bu göz ardı edile-bilecek ya da hafife alınabilecek bir ihtimal değil. Ancak, Kürt halkı açısından başkanlık sistemi denilen sistemde durumun bu günkünden mutlaka daha kötü olacağını söylemek te gerçekçi olmaz.
Türkiye`de 1950`lerden bu yana teorik olarak „Kuvvetler ayrılığına dayanan bir parlamenter sistem“ var gibi gözükse de pratikte durumun böyle olmadığı göz önündedir. Gerçekte Türkiye`de kuvvetler ayrılığı ne dün vardı, ne de bu gün. Bunun nedeni, adına „milli çıkarlar“ denilen tabuların varlığı ve politik yelpazenin neresinde bulunursa bulunsun, her kesim bakımından bunlara uy-manın bir Tanrı buyruğu gibi algılanmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti, tarihi boyun-ca, yasama, yürütme ve yargı organları arasında hemen hemen hiç bir dö-nemde farklı tutuma rastlanmaması bu yüzdendir. Son yıllara kadar, Türki-ye`de son sözü söyleme hakkı her zaman ordu yöneticileri ile onlarla birlikte hareket eden bürokratik tabaka ve kimi politik elitlerdi. AKP`nin şu an yapmaya çalıştığı şey, ipleri yeniden kendi iktidarının sonunu getirecek olan kemalist elitlere kaptırmamaktır. Açıkçası Erdoğan Türkiye`nin Mursi`si olmaktan korkuyor ve biraz da bu yüzden de benden sonrası tufan politikası izliyor.
Beri taraftan, AKP iktidarı ya da başkası, Başkanlık Sistemiyle hayata geçirileceğinden korkulan anti-demokrtik uygulamaları, bu sisteme geçilmese dahi hayata geçiremezler mi? Kuşkusuz geçirebilirler. Daha gerileri bir yana bırkalım, iktidar sırf son iki yıl içerisinde Kürt kentlerini nasıl yakıp yıktıysa, eksikliklerine rağmen parlamentoda grubu bulunan partiler içerisinde barış ve demokrasi konusunda samimi tek parti olan HDP`ye karşı sindirme ve yok et-me programını nasıl uyguladı ve uyguluyorsa, yarın da aynı şeyleri pekala aynı tonda ya da tırmandırarak devam ettirebilir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi, bir yönüyle Kürt sorunu gibi rejimin „hassas“ diye nitelendirdiği konularda yasama, yürütme ve yargının, ondan da öte basın ve kamuoyunun ortaklaşa hareket etmesi tarihidir.
Bütün bu nedenlerden dolayı da bana kalırsa Kürt, Alevi ve yok sayılan öteki kesimler bakımından „Başkanlık mı, parlamenter sistem mi?“ tartışması pek te anlamlı bir tartışma sayılmaz. Çünkü adı ne olursa olsun onlar açısından sis-tem, özü itibariyle aynı olacak. Demokrasi adına oynan oyunun figüranı ol-mamak, kendilerini yok sayan ve yok etmek isteyen sisteme meşruluk kazan-dırma sonucunu verecek tutumlardan kaçınmak, bu süreçte takınılması gere-ken en doğru tavır olurdu ama maalesef öyle olmadı. Bana kalırsa Kürtler, Al-eviler ve onlar dışındaki demokratik çevreler, sistemin önlerine koyduğu iki modelle oyalanıp zaman kaybedeceklerine, yeri gelmişken kendi anayasa önerileri ile kamuoyu karşısına çıkmalıydılar. Özellikle de Kürt halkı bakımın-dan böyle bir ulusal duruş, tarihi önemde bir adım olacaktı.
Örneğin, Kürt görüşü olarak kaderini belirleme hakkı çerçevesinde, Türkiye`nin çok uluslu ve çok inançlı yapısına uygun ve her bakımdan tam eşitliğe dayalı federatif bir anayasa taslağı ile meydana çıkmak ve kamuoyu nezdinde onu tartışmaya açmak mükemmel bir adım olmaz mıydı?
Kürt taleplerini sıffıra indirgemiş olan ve Kandil`de “Kürdistani” ama sınırın bu yakasında „Türkiyeli“ olan PKK`den de, onun türevlerinden de böyle bir tutum beklemek elbette gerçekçi olmaz. Onlar dışında kalan partiler başta olmak üzere Kürt yurtsever çevreleri ise hiç değilse böyle bir olayda bir araya gelip ortak bir ses çıkartabilirlerdi ama bu güne kadar buna da rastlamış değiliz. Treni bir kez daha kaçırıyoruz galiba. Yazık!
Munzur ÇEM