„Türk devlet makinası, Kürt kanıyla yağlanmadan çalışmaz".
Hecî Qedrî Koyî
Ankara'dan uzaktayım ama basından izlediğim kadarıyla İktidar ve devletçi yazarlar, Su-riye'deki gelişmeler nedeniyle büyük bir panik içerisindeler. Hem de o kadar panik içeri-sindeler ki benim için karanlık ve kanlı kalemşörlerin piri olan Ertugul Öztürk, 16 Şubat tarihli Hürriyet'teki köşe yazısına „Neden Devletimin Arkasındayım" başlığını koymuş. Özkök, Suriye'de devletin doğru yaptığını söyleyemiyor, tersine pek çok şeyi yanlış yap-tığını kabul ediyor ama yine de „Devletimi Desteklerim;" diyor. Peki bu kadar yanlış yapan devlet neden desteklenir? Beyaz Türkler bunu yapıyorlar çünkü, o devlet şu sıralara Kürt-lerin defterini dürmek için çabalıyor. Türk milletinin „milli çıkarları" bunu gerektirdiğine göre tabi ki onlar devlete destek olacaklar.
Siyasal düşüncesinin temeline kürt düşmanlığını yerleştirmiş olan aynı gazetenin yazar-larından Taha Akyol ise 15 Şubat tarihli gazetede yer alan „Savaşın Eşiği" başlıklı yazısında „Suriye Sornunda Türkiye'nin karşılaştığı iki tehdit vardır," diyor ve ekliyor:
„Biri, PYD'nin güney sınırlarımızda Putin ve Esad desteğiyle Türkiye'ye düşman bir coğrafya yaratmakta olmasıdır; PKK coğrafyasıdır bu.
ABD de IŞİD'e karşı PYD'yi müttefik görüyor.
İkincisi, Suriye'de Rusya'nın silahlı güç olarak hakim vaziyete gelmesi ve Türkiye'yi tehdit et-mesidir. Rus desteği olmasa sırf İran'ın desteğiyle Esad rejimi iç svaşıi bes yıl sürdüremezdi."
Akyol, bir gün sonraki yazısında aynı konuyu büyük bir endişe ve umutsuzlukla irdelemey devam ederken, Başbakan Davutoğlu, „Büyük devlet adamlığı" örneğini ortaya koyarak büyük komşusu Rusya'ya „Alçak, hain, barbar, aşağılık, küstah" gibi terimlerle saldırıyor.
Peki Türkiye'nin derdi nedir? Dünya alem PYD dahil rojavalı hiç bir Kört ötgütünün Tür-kiye'ye karşı düşmanlık politikası gütmediğini biliyor. Tam tersine bunların tamamı Tür-kiye ile dostane ilişkilere büyük önem verdiklerini her firsatta dile getiriyorlar. O halde, Rojava'yi AKP ve destekçileri için „Düşman coğrafaya" haline getiren etkenler nelerdir, bir göz atmak gerekir.
Bu noktayı iyi irdelememiz gerekiyor, çünkü sorunun çekirdeği burada yatıyor. Ancak bunu yapmadan önce bir kaç paragrafla Türkiye'yin son 4-5 yıl ki Suriye politikasında değinmekte yarar var. Bunu yaparsak, bir bakıma çekirdeği çevreleyen kabuğu kaldırmış ve onun görülmesini sağlamış oluruz.
Bundan 4-5 yıl önce Suriye'de kriz belirtileri ortaya çıkar çıkmaz, o krizin başlıca mimar-larından olan Türkiye, iki ayak üzerine inşa edilmiş bir politika ile sahnede boy gös-teriyordu.
Bu ayaklardan biri, her ne surette olursa olsun Şam'da Sünni egemenliğine dayalı bir rejimi iş başına getirmekti. „Bir kac ay içerisinde Şam'daki Emevi Camı'nde Cuma namazı kılma" hayalleri, bunun açık ifadesiydi.
Öteki ayak, yine her ne şekilde olursa olsun, Rojava'lı Kürt halkının her hangi bir statüye kavuşmasını, hak-hukuk sahibi olmasını engellemekti. Daha o günlerde Ankara hüküme-tinin „Suriye'nin kuzeyinde yeni bir Kuzey Irak'ın oluşmaması için derinlemesine analizler ve planlar yaptığı" basına yansımıştı. Ayrıca, Türkiye'nın Suriye politikasının bu en önemli hedefi, sonraki yıllarda da Türk devlet yöneticileri tarafından defalarca ilan edildi.
Türkiye, Kürtlerin bu bölgede şu veya bu şekilde kontrol sağlayıp denize ulaşmaları halin-de bir Kürt devletinin kurulmasına giden yolun açılmış olacağını hesap ediyor. Ayrıca böylesi bir Kürt koridoru, Kürdistan, İran ve Irak'a ait petrol ile doğal gazı Akdeniz´e ulaştıracak yeni bir güzergahın oluşması demektir. Şunu unutmayalım; Türkiye'nin böl-gesel bir güç olmasını sağlayan en önemli etken, coğrafik avantajlarıdır. Bunun bir ayağı boğazlar, ikincisi ve en önemlisi ise büyük su kaynakları (Dicle-Fırat) ve enerji nakil yolları üzerindeki kontroldür. Bunun sürdürülebilmesi, Kürdistan üzerindeki isgalin devam etme-sine bağlıdır. Türkiye'nin Kürt politikasının, Kürtlerin köle olarak kalmalarını sağlama esası üzerinde şekillenmesinin temel nedenlerinden biri budur.
Beri taraftan, Güney Kürdistan'da Peşmerge güçleri, Rojava'da ise PYD, kimi bölge devlet-lerinin IŞİD üzerinden yaptıkları hesapları boşa çıkartan temel güç oldular. Bütün dünya, Afrin'den İran sınırına kadar olan bölgede IŞİD'i durduran ve geri püskürten gücün Kürt-ler olduğunu gördü, görüyor. İşte Erdoğan ve çevresini çılgına çevirten bir gelişme de bu-dur.
Bence, Erdoğan'ın ve onun bir dediğini iki etmeyen hükümetin Kürt düşmanlığını böylesine tırmandırmasında Kürt hareketinin bir bütün olarak seküler bir karaktere sahip olmasının de etkisi var. Kürtler, politika sahnesinde laik bir çizgiye sahipler ve islami fanatizmin teh-didi ile yüz yüze bulunan bir çok kesim, Kürdistan'ı koruyucu bir şemsiye olarak göruyor, gerektiğinde ona sığınıyor. Erdoğan ve çevresinin bundan hoşnut olmadıkları da bir sır değil.
Dördüncü nokta; oldukça kirli hale gelmiş olan ve içlerinden bazılarının kendi gelecekle-riyle ilgili citti endişeler taşıdığı bilinen AKP iktidarının, kendilerinden daha da kirli ve kanlı olan Ergenekon cephesiyle yaptığı kader birliğidir. Böyle bir ortaklığın ise Kürtleri 1923'lerin mantığıyla ezip sindirmeyi gündemin başına oturtmasında şaşılacak bir yan yok. Adına barış süreci denilen sürecin bozulması ve Kürdistan'da tam bir barbarlık düzeyinde sürdürülen vahşet tablosunun ortaya çıkması, sözkonusu AKP-asker ittifakının sonucudur.
Türkiye Suriye'de kriz çıkar çıkmaz, başka yerlerde de hep yaptığı gibi hayali bir Türkmen sorunu yaratma çabasına girisihti. Suriye'de yaşamakta olan bir kaç yüz bin Türkmen, her herangi bir bölgede nüfus çoğunluğunu oluşturmazken resmi ağızlar ile onların düdkleri, 3 milyonluk Türkmen'den ve çoğunluk oldukları bölgelerden bahsetmeye başladırlar. Bununla da yetinmeyip Türkiye'de eğittikleri devşirme militanları, „Tugay" adı altında ör-gütlediler. Îşte Kürtlerin bir suçu da fıli varlıkları, yaşadıkları alanlar ve mücadeleleri ile bu yalana engel teşkil etmeleridir ki bu da beşinci noktayı oluşturuyor..
Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti geçtiğimiz yüz yılın ilk çeyreğinde, 1. Dünya Savaşı ko-sullarında ve Lozan denilen gayrimeşru palyaşım antlaşması ile doğdu. Lozan, Kürt halkının ülkesini parçalayan ve onun her parçasını ayrı bir devletin güdümüne sokan tari-hin en haksız zulüm belgelerinden biriydi ve bu gün de öyledir.
Bu devletin kurucu kadroları, yaptıkları haksızlığın, yol açtıkları insanlık dramının farkındaydılar elbet. Bu nedenle „Kürt halkı günün birinde özgürlüğüne kavuşur," düşüncesi, o gün bu gündür, Türk devletini yönetenlerın en korkulu rüyasını oluşturuyor. Bu devlet ve onun savunucuları tarafından Kürtlerin en sıradan insani ve demokratik tale-bi bile „Türk ulusal çıkarlarına zarar verici" olarak kabul edilyor. Bir ulus düşünün ki kendi „ulusal çıkarlarını" başka bir ulusun köleliği üzerine inşa etmiş olsun. Bir ulus düşünün ki onu yönetenler, kendi sınırları içerisindekiyle sınırlı kalmayıp komşu devletlerin topraklarında yaşayan Kürtler özgürleşmesinler diye bütün insani ve hukuksal normları ayak altına almaktan çekinmesinler.
Bu bakımdan, Türkiye açısından PYD sadece bir bahanedir. Eğer yukarıda özetlemeye çalıştığım azgın Kürt düşmanlığı olmasa, Türkiye'nin PYD'yi düşman ilan etmesi için her hangi bir neden yok. PYD; Kürt örgütü olduğunu bile söylemiyor. Kürt halkının talepleri ile ilgili ulusal bir projesi yok. Kürdistan terimini ağzına almıyor, Kürt bayrağını taşımaya ya da asmaya izin vermiyor. Her keresinde ısrarla bir Suriye partisi olduğunu ve bu ülkede demokrasi için mücadele verdiğini, altını çizerek dile getiriyor. Kendi dışındaki Kürtlerle selamlaşmaya bile yasklamaz, onlara baskının her türlüsünü uygularken arap, süryani, türkmen ve öteki halklarla oldukça iyi ilişkileri var, hatta birlikte savaşıyorlar. Hal böyle iken Türk yönetimi neden PYD diyor da başkla bir şey demiyor. Çünkü PYD'nin gövdesi Kürttür. Dünya onu bir Kürt örgütü, mücadelesnini de Kürt direnişi olarak değerlen-diriyor. PYD, bugün Kürt halkının çıkarları açısından iyi bir pozisyonda olmayabilir ama yarın ne yapacağı belli olmaz. Ne olur ne olmaz deyip dikkati elden bıakmamak gerekir. Îşte Türkiye'nin dermanı olmayan hastalığı ya da korkusu budur.
****
Bu yazıyı tamamlamak üzere iken Ankara'daki son bombalama olayı gerçekleşti. Bunu du-yar duymaz, eylemin gerçekleştirildiği yeri yeri göz önüne getirdim ve devletin parmağı olmadan böyle bir eylemin gerçekleşemiyeceği sonucuna vardım. Bana göre bu, siparış üzerine gelen bir eylemdi ve her ne surette olursa olsun Kürtlerin üzerine yıkmak isteye-ceklerdi. Aradan bir kaç satlik zaman geçti, televiyonu açtım, eylemcinin kimliği „açığa çıkartılmış," „suçlu!" ilan edilmişti bile.
Kürt düşmanı koro hep bir ağızdan, eylemi PYD, YPG ve PKK yaptı diyordu da başka bir şey demiyordu. Bir değil, iki değil, 3 örgütü birden suçluyorlardı. Hem de Devlet Başkanı ile Başbakan öylesine emin konuşuyorlardı ki sanki bu örgütün yöneticileri ile birlikte plan-lamışlardı. Bahsi geçen örgütlerin peşpeşe açıklama yapmaları ve eylemle ilgileri olmadığını söylemeleri de bir işe yaramıyordu.
Gerçi bu arada PKK'nin kuruluşlarından bir olarak bilinen TAK „Biz yaptık," dedi ama Türk hükümeti bu ihtimale hemen karşı çıktı. Çünkü onun hedefinde, PYD bahanesiyle Suriye Kürdistanına saldırmak ve bu parçadaki Kürt halkını ezmek suretiyle onu gelecekteki muh-temel kazanımlarının önüne geçmek vardı. Hal böyle iken TAK ya da başka her hangi bir örgütün oyunbozanlık edip kurguyu sulandırması, tabi ki işlerine gelmezdi.
Nerden bakarsanız bakın, geleneksel Kürt düşmanlığını tırmandırmakta sınır tanımayan Türk devleti çok tehlikeli ve kanlı planlar peşinde gözüküyor.
Bir işe yaramayacak, bunu biliyorum ama ben yine de düşündüklerimi söyliyeyim: Bu tür ırkçı, işgalci ve kanlı, senaryolara karşı mücadele, ülkede ve ülke dışında, tüm yurtsever ve demokrat kesimleri kucaklayan ulusal bir direnişle başarıya ulaşabilir. Kürtlerin bir an önce bir ulusal kurtuluş cephesi ya da benzeri bir yapıda bir araya gelmeleri zorunludur. Yurtsever ve demokrat olmak, başka türlü davranmaya haklılık kazandırmıyor
Anakara'daki Kürt düşmanı savaş koalisyonunun tersine, Türk halkının çok geniş kesimleri de bu Suriye macerasına karşılar. Onlarla birlikte, bu gidişatın önünü alabaliriz. Kürt ve Türk gençlerinin „ulusal çıkar" diye yutturulmaya çalışılan kirli ve kanlı çıkarlar uğruna birbirlerini öldürmeleri asla bir kader degil.
Yazıyı Güney Kürdistanlı Heci Qedrî Koyî'nin başa aldığım sözüyle bitireyim: „Türk devlet makinası, Kürt kanıyla yağlanmadan çalışmaz".
Munzur Çem