Türk Sineması ve Türk Televizyonculuğu çok uzun dönemler Aleviliğe ve Alevilere dair daima sessiz ve duyarsız kalmayı yeğleyerek geçirdi. Bunun nedeni, ezelden beri resmi ideolojiye olan bağlılıktan ileri gelmektedir.
Aleviler, sinema ve televizyonculuk sektörünün hedef kitlesi olmasına rağmen ne beyaz perde, ne de ekranlar onları bir topluluk olarak işleme cesareti göstermemiştir. İşlemeye çalıştığında ise doğru dürüst anlatamamıştır. Bu topluluk, sinema salonlarını doldurmuştur ama izlemiş olduğu bütün filmlerde ne kendisini, ne de kendisine dair en küçük bir belirti, öykü görmemiş, izlememiştir. Tam tersine felsefesini, inancını karalayan diziler evlerine konuk olmuş.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım bu durum aleviler için travmatik durumundur. Gölgesi bile yasak olan Aleviler ile bu sektörün arasındaki ilişki sorunlu, hastalıklı bir ilişkidir. Sadece bir tarafın kazandığı ve diğer tarafın da kaybettiği bir ilişkiden söz ediyoruz. Kaybeden aslında bir felsefedir, halktır, inançtır. Burada yaşanan şey, tek taraflı yürüyen ya da yürütülmeye çalıştırılan platonik aşktır.
Aleviler sinemaya ve televizyonlara çok geç konu oldular. Çünkü aleviler onların için kırmızı çizgileriydiler. Aleviler filmlere ilk konu edinmeye başladığında, Bektaşiler ile giriş yaparlar, Kızılbaşlar ise her zaman görmezden gelinir. Burada Bektaşiliğin öz Türklükle eş değer görülme algısı devreye girer. Gerçekten de Aleviliği konu edinen ilk filmlerden olan “Boğaziçi Esrarı / Nur Baba” da ve “Anadolu’yu Türkleştirenler: Hacı Bektaş Veli” isimli filmler, bütün bilinçli, bilinçsiz bilgilerine rağmen Bektaşileri işlemiştir. Muhsin Ertuğrul’un Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bir romanından çektiği “Boğaziçi Esrarı / Nur Baba” (The Bosphorus Mystery-1922 ) bir Bektaşi Şeyhiyle genç sevgilisi arasındaki ilişkiyi anlatır. Konusu Bektaşileri kızdırmış ve Bektaşiler de seti basmıştır.
Aleviler, “Boğaziçi Esrarı / Nur Baba”dan sonra bir 45 sene daha beklerler, bir başka filme konu olabilmek için. Ama beklentileri hiç düşündükleri gibi olmaz. “Hacı Bektaş Veli” (1967) filmi gelir ama aradaki bu koskocaman 45 yıl hiç birşeyi değiştirmemiştir. Yine tek millet, tek dil, tek din ideolojisi Alevileri anlamada büyük bir engel olmuştur. Çünkü“Hacı Bektaş Veli” filminde anlatılan Alevilik değil, Türkçülüktür. Film Alevilik de yer almayan ritüelleri çok kullanmıştır. Filmde Alevilere aitmiş gibi kullanılan ritüeller; Ramazan orucu, beş vakit namaz… Yine aynı film, Türkçülükte hızını alamamış olacak ki kimi yanlış bilgiler vermektedir. Farsça yazmış olan Hacı Bektaş Veli’nin Türkçe kullanmanın öneminden bahsetmesi gibi. (1)
Muhsin Ertuğrul, “Boğaziçi Esrarı / Nur Baba”dan sonra “Karakoyun” (1946 ) filmi ile Alevileri tekrardan konu edinir. Bu filmin senaryosunu Ercüment Er takma adıyla Nazım Hikmet yazmıştır. Bu filmin sonradan iki uyarlaması daha yapılır. Yönetmenliğini Ömer Lütfi Akad’ın, oyunculuğunu Yılmaz Güney’in yaptığı 1967 yapımı “Kızılırmak Karakoyun” ve yine aynı isimle 1993’te çekilen, Şahin Gök’ün yönetmenliğini yaptığı filmdir.
“Kızılırmak Karakoyun”un kendinden önceki Aleviliği konu edinmiş filmlerden daha ayrıcalıklı tarafı bulunmaktadır. Aleviliğin, “Tek millet, tek dil, tek din” cenderesinden kurtulduğu filmdir. Çünkü bu film; Aleviler nasıl yaşıyorlarsa, ne düşünüyorlarsa, neye inanıyorlarsa, adaletlerini nasıl sağlıyorsalar aynen o şekilde anlatmıştır . Koca bir resmi ideoloji algı duvarını yerle bir etmiş ve bütün bu şeyler için bir turnosol kağıdı olmuştur.
Artık bu filmden sonra Alevileri konu edinmek isteyen filmler, bir kez değil, çok düşünmek zorunda kaldı. “Kızılırmak Karakoyun”dan sonra Alevileri anlatan filmler arka arkaya geldi: Pir Sultan Abdal’ın isyancı yönünü vermeyen “Pir Sultan Abdal” (1973), Tahtacıları anlatan ve bir Sabahattin Ali öyküsü olan “Hasan Boğuldu” (1990), Tahtacıları daha öncelerden konu edinmiş, özel bir belgesel film olan “Tahtacı Fatma” (1979), Sünni ile Alevi iki ailenin arasındaki çatışmanın yanı sıra Türkiye’nin diğer başka sorunlarını da işlemeye çalışıp içinden çıkamayan “Başka Semtin Çocukları “ (2008); yine aileler üzerinden çarpışmaları, ayrışmaları ve yakınlaşmaları Alevi ritüellerini de vererek anlatan temiz bir yapıt “O da Beni Seviyor” (2001) gibi bu filmlerin bazılarıdır. “O da Beni Seviyor” filminde bir piknik sekansı vardır. Sünni ve Alevi olan aileler ortak piknik yaparlar; yönetmen, yüzyılların o garip travmasını eti Alevi aileye kestirerek bitiriyor.
Alevilerin yaşadığı, özellikle Dersim katliamını konu alan bir çok belgesel filmler yapılmıştır. “38” (2006), “İki Tutam Saç: Dersim’in Kayıp Kızları” (2010), “Kırmızı Kalem - Qelema Sure” (2010), “Kara Vagon” (2011), “Hay Way Zaman” (2013). Gibi belgesel filmler. Sinemanın, Dersim Katliamından sonra en çok ele aldığı bir diğer katliam da Sivas Katliamı olmuştur : “Sivas Cehennemi” (2002), “Narkolepsi” (2007), “2 Temmuz” (2010), “Menekşe’den Önce” (2013) ve yine bu katliamı anlatan, çok kötü bir film örneği olan ”Madımak: Carina’nın Günlüğü” (2015).
Gazi Katliamını anlatan “Gereği Düşünüldü” (2003), Maraş Katliamını anlatan “Unutulmayanlar: Maraş Katliamı”(2007), “Babamın Sesi / Denge Bave Min“ (2012), Çorum Katliamı anlatan “Ekinler Kan İçindeydi” (2010) ve katliamdan sonra göç eden bir Alevi ailesinin kimliklerini gizleme “çabalarını” ele alan “Saklı Hayatlar” (2010) Alevilerin merkezde olduğu bu katliamlarda sinemanın konusu olmuştur.
Dışarıdan da Alevilik temalı filmler yapıldı. Ki bu film örnekleri, Aleviliği anlama ve anlatmada önemli yerde duran filmlerdir. Maaş’lı bir Alevi ailesinin kurtuluşu İsviçre’de bulmasını anlatan “Umuda Yolculuk” (1990, Xavier Koller), yine meseleyi Alevi, Sünni aile çarpışması üzerinden anlatan “Gönlümdeki Köşk Olmasa” (2002, Elisabeth Rygaard), ve “Güzelliğin On Par’ Etmez“ (2013, Hüseyin Tabak), filmler ise alevi meselesini çok ince döşemiş sağlam filmlerdendir.
Yılmaz Erdoğan, “Film Arası Dergisi”ne verdiği bir röportajda; “Türkiye’deki bir sette günde beş kez ezan için durursun, ama filmde duyulmaz o ezan…” demişti. Bu eleştirisi çok doğru olmamakla birlikte, keşke; “Yapacağım filmin bir yerinde Aleviler için önemli olan bir ritüeli kullanacağım” deseydi, sizce Alevilere bir küçük ışık olmaz mıydı?
“Gönlümdeki Köşk Olmasa”daki Âşık Emmi ne diyordu ; “Her sabah güneş doğar ve toprağı ısıtır, Allah kara topraktadır, rüzgârdadır. Hayat alır, hayat verir, ay gibidir, ışık verir, ışık alır…”
Medet DİLEK
Kaynak: Kuala Kultur