Türk devletinin son cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın son seferberlik çağrısının "söylem ve eylem" analizi yapıldığında ortaya Türk devletinin Kürt Soykırımı için aldığı kararların çıplak gerçeğini göreceksiniz. Hiç kimse kendisini aldatmasın Tayyip Erdoğan'ın, AKP-MHP ve Ergenekon ortaklığında sürdürdüğü temel politikasının merkezinde 1914-15 yıllarında Ermenilere yapılan soykırımın günümüzde Kürtlere yönelik uygulaması vardır. Çünkü Türk devleti, Kürtlerin her kazanımını, her demokratik hakkını kendisi için büyük tehlike saymaya devam eden ‘inkar-imha’ zihniyetinden hala kurtulamamıştır.
Tayyip Erdoğan ve AKP'lilerin Türkiye için tehlike ifade eden "Kokteyl terör, üst akıl, Batı'nın komplosu, DAİŞ, FETÖ" vb. söylemlerle Kürt düşmanlığı yaptığı bugün daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Erdoğan'ın muhtarlarla yaptığı son toplantıda muhtarları işbirlikçi ve ihbarcı bir rol içine çekmek istemesi; eğer devlet kurumları yetmezse milliyetçi ırkçı toplumsal kesimlerin Kürtlere yönelik linç kampanyasına girmesi gerektiğini de Tayyip Erdoğan yine son muhtarlar toplantısında ortaya koydu.
Bu yeni bir durumdur. Çünkü TC Anayasa'na göre şöyledir:
"Savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi, ayaklanma olması veya Vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten ve dıştan tehlikeye düşüren davranışların ortaya çıkması hallerinde, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra genel veya kısmi seferberlik ilanına karar verir. Kararda seferberlik uygulanmasının başlayacağı gün ve saat belirtilir. Bu karar, derhal Resmi gazete'de yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur. Türkiye Büyük Millet Meclisi toplantı halinde değilse hemen toplantıya çağırılır. Kısmi seferberlik ilanı halinde, seferberlik ilan edilen bölgeler dışında görev verilecek personel, mal ve hizmetlere de yükümlülük uygulanabilir."
Erdoğan, kendine has totaliter yapısı gereği, bu prosedürlerin hiçbirini yerine getirmedi. Muhalefet ise buna ilişkin hiçbir eleştiride bulunmadı ve sorgulamadı. Bu da gösteriyor ki daha önce ya MGK toplantılarında ya da sarayındaki diğer gizli toplantılarda bu durum kararlaştırılmıştır. Bu çağrıyı biraz daha yakından analiz edersek; Türk devletinin bölünme korkusunun en üst noktaya ulaştığı; Türk devletinin yıkılmak üzere olduğunu görürüz. Zaten Türk devletinin en büyük korkusunun da bu olduğunu görebiliriz. Türk devleti için DAİŞ ya da Fetullahçıların büyük bir tehlike olmadığını herkes gayet iyi biliyor. Dış güçlerle Türk devletinin bazı çelişkileri olsa da ilişkilerinin sürdüğü de bir gerçek. Peki Türk Devleti'nin yıkımın eşiğine getiren güç nedir? diye sorduğumuzda geriye PKK'nin öncülük ettiği Kürt Özgürlük Hareketi kalıyor. Ve Tayyip Erdoğan da "Kürtleri öldürerek" hem kendi siyasi geleceğini garanti altına almak hem de Türk devletinin sürdürülebileceğini düşünüyor. Bu nedenle de herhangi askeri bir eylem karşısında Türk şovenizmini dallandırıp budaklandırarak, medyanın da aracılığı ile Kürtlere yönelik linç politikasını hayata geçiriyor.
İstanbul Beşiktaş, Kayseri daha öncesinde Amed'de düşürülen savaş uçağı, Adana ve Antalya'daki askeri eylemler Türk devletinin Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı 2015-2016 yılı boyunda sürdürdüğü politikalarda askeri olarak yenilgisini gösteriyor. Oysa Türk devleti, Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun tasfiyesi, İçişleri Bakanı Efkan Ala'nın görevden alınması sonrasında Kürtlere yönelik askeri ve siyasi operasyonları daha da tırmandırmış; kentler üzerindeki ablukasını sürdürmüş, ilçeleri yakıp yıkmış, her gün onlarca savaş uçağı ile Kürdistan dağlarını köylerini bombalayıp durmuş, HDP Eşbaşkanları, milletvekilleri, belediye başkanlarını, HDP ve DBP'li yöneticileri, kadın ve gençlik hareketi temsilcilerini, gazetecileri, sendikacıları tutuklamış; kaçırmış, işkence etmiş ve uygulamaları ile Kürtlere diz çöktüreceğini sanmıştı. Ama öyle olmuyor. Yeni faşist kabinenin içişleri bakanı Süleyman Soylu'nun bu 2016-2017 kışının PKK için bitiş kışı olacağını sürekli salık vermesi, Tayyip Erdoğan'ın Kürtlere ait ne varsa yok edilmesini istemesi; sahada, toplumda, siyasette, askeri alanda, bölgesel ve diplomatik ilişkilerde istediği sonucu vermiyor, vermeyecek de. Çünkü Kürt Özgürlük Hareketi, kendisini soykırımcı sömürge sisteminin alt edilmesi üzerine kurgulayan, varlık koşulunu devletin Kürtler üzerindeki zor'unu yıkma üzerine kurdu. Ve bu PKK'nin varlık gerekçesi olarak kaldıkça, PKK'nin öncülük ettiği Kürt Özgürlük Hareketi doğası gereği yok olamaz. Aksine sert mücadele koşullarında PKK daha da büyüyüp genişleme, etki gücünü artırma şansına sahip olacaktır. Ki bunun tarihi örnekleri de söz konusudur. 27 Kasım 1978'de kurulan ve 1978 Maraş katliamı 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi ile de bugün Tayyip Erdoğan'ın yapmak istedikleri aynıydı. Özellikle Amed Zindanı'ndaki işkence ve zulüm karşısında PKK'nin direnişçi karakteri şekillendi. 15 Ağustos 1984 yılında gerilla mücadelesine karşı devletin ilan ettiği OHAL ve Özel Savaş Konseptleri karşısında Kürdistan'da serhildanlar başladı ve 1990'lı yıllara gelindiğinde PKK hareketi milyonlarca kişinin desteğini alan bir halk hareketine dönüştü. 15 Şubat 1999 uluslararası komplosu ile PKK'ye büyük bir darbe vurulmak istendi; PKK ise Abdullah Öcalan öncülüğünde buna karşı geliştirdiği strateji ve taktiklerle Kürdistan'ın dört parçasının en büyük örgütü olarak bölgesel ve küresel bir karakter kazandı. PKK'ye karşı sert mücadele yöntemlerinin başarısızlığından "kısmi ders" çıkaran Türk devleti bu kez d ‘yumuşak mücadele yöntemleri’ni devreye sokarak; PKK'nin demokratik çözüm yaklaşımlarını istismar edip, oyalama siyasetlerine alet edilen "ateşkesler ve çözüm süreçlerini" kullanmaya başladı. Ancak PKK kuruluş doğası gereği Kürt sorununun demokratik ve siyasal çözümüne endeksli yapılanması nedeniyle yumuşak mücadele yöntemlerine karşı kendisini donanımlı kıldı. İç ve dış tasfiyeciliğe karşı kendi içinde sağlamlaşarak her sürece göre kendisini uyarlamayı bildi. Ve AKP iktidarı, 1978-1999 yıllarına kadarki süreçte ‘sert mücadele yöntemleri’ ve 1999-2013 yılları arasındaki sert ve yumuşak mücadele yöntemlerinin karması ile yöneldiği PKK öncülüklü Kürt Özgürlük Hareketi'ni tasfiye edemedi. 2014 ekiminden itibaren Türk devleti kendince geçmişinden çıkardığı sonuçlarla sadece sert mücadele dönemi ile PKK'yi bulunduğu her yerde imha ederek tasfiyesini sağlayacağını düşündü. Bunun kararını aldı. "Çöktürme Planı"nı devreye sokarak, Kürtlere yönelik topyekün soykırım kararını uygulamaya geçti. Ama Türk devletinin büyük yanlışı ve hesap hatası vardı. Türk devleti ne 1980'lerdeki ne 1990'lardaki ne de 2000'li yıllardaki iç ve dış desteğe sahipti. Bölgesel gelişmeleri yanlış okuması da Türk devletini iyice zayıf kılmaktaydı. Buna karşın PKK ise siyasi, askeri, toplumsal ve diplomatik olarak 1980, 1990 ve 2000'li yıllarda olduğundan daha fazla güçlenmişti. Erdoğan ve oluşturduğu faşist blok ise bu durumu kendisi için büyük bir tehlike, kendisi için "varlık-yokluk" süreci olarak tanımlamaya başladı. Gerçekten de durum Türk devletinin faşist sömürgeci yapılanması için tam da böyledir. Çünkü Türk devleti Kürtlerin her hak kazanımını, siyasi ve askeri başarısını hala kendisi için "bölücü tehlike" olarak görmektedir.
Tayyip Erdoğan'ın "seferberlik çağrısı" da bu temel üzerinden yapılmış, Kürtlerin her kazanımını, Kürtlere ait ne varsa yok edilmesini istemektedir. Türk Genelkurmayı'nın İstihbarat Daire eski Başkanı İsmail Hakkı Pekin'in 18 Aralık 2016 tarihli Aydınlık gazetesindeki "Konuşmayın, yaptırım gücünüzü kullanın!" başlıklı yazısında " Yapmamız gerekenlerden biri şu; ‘’Türkiye’de meydana gelen terör eylemlerinden PYD’yi sorumlu tutarım ve bu ülkenin her hangi bir yerinde gaz tüpü bile patlasa uçaklarımla Kobani’yi bombalarım’’ ültimatomunu açıkça deklare etmek. Bunun Türkiye’nin meşru müdafaa hakkı olduğunu söylemek. En küçük bir eylemde bile uçakları kaldırıp Kobani’yi, vurmak. Gerekirse buna benzer yerleri de vurarak gereken cevabı vermek. Bunun için de gereken hazırlıkları yapmak, deklare etmek gerekiyor." diye yazması da Seferberliğin Kürde karşı yapıldığını daha belirgin bir şekilde gösteriyor.
Son İstanbul ve Kayseri'de polis ve askerlere yönelik büyük eylemler sonucunda Türkiye'de Kürtlere yönelik estirilen faşist linç kampanyaları, HDP il ve ilçe binalarının yakılması, Kürtlerin ev ve iş yerlerinin hedeflenmesi de bu soykırım politikalarının ön aşaması olarak görülmelidir. Keza, Ermeni soykırımı, 6-7 Eylül'de Rumlara ve gayr-i müslimlere yönelik yapılan talan hareketleri de böyle başlamıştı. Şimdi Türk devleti ezberindeki soykırım politikalarını Tayyip Erdoğan, AKP-MHP ve Ergenekon ortaklığı ile Kürtler üzerinden yürütmek istiyor. Ama analizin içinde de değindiğimiz gibi Kürtler eski Kürtler değil, Kürtler 1914-15'teki Ermeniler, 1950'lerdeki Rumlar gibi de değil. Kürtlerin askeri, siyasi, ekonomik, diplomatik ve en önemlisi de toplumsal gücü bugün dünyadaki en örgütlü ve askeri başarı getiren bir karakterdedir. Türk devletinin Kürtlerle girişeceği savaş ve soykırım politikaları Türk devletinin kendisine yönelecektir. Eğer 1990'ların başındaki Yugoslavya'nın dağılma sürecini kısa bir hatırlarsak Yugoslavya'dan kaç ülke çıktığını unutanlara hatırlatalım:
Yani Türkiye'de de iç savaş koşulları derinleşirse Türkiye sadece Türk ve Kürt devleti diye bölünmeyecek. Kürtler kendi ülkelerinde kalırlarsa, Türkiye'nin Karadeniz bölgesindeki Lazlar, Trakya'sındaki Rumlar ve Romanlar, Ege Bölgesi'ndeki diğer farklılar, Ermeniler, Aleviler, Sunni İslam eğilimleri kendilerini belirli bir merkezde yoğunlaştırarak kendi devletlerini ilan edebilir pozisyona gelebilir ve getirilebilirler. Ama eğer 1990'ların başındaki Yugoslavya ile Türkiye'nin özgünlüklerinin farklı olduğunu düşünüyorsanız, Tayyip Erdoğan'ı Saddam Hüseyin'e benzetiyorsanız bugünkü Irak'taki Güney Kürdistan Federatif yapısını ve Irak'ın geri kalanında yıllardır devam eden istikrarsızlığı salık vermek durumundayız.
Yok eğer, Suriye'deki Esad Rejimi Türkiye'ye ve Tayyip Erdoğan'a benziyor diyorsanız, İstanbul'un Halep olmasına ne kadar kaldı onu hesap etmeye başlarsınız. Tabii Tunus, Libya ve Mısır örneklerini de düşünebilir; Pakistanlaşmış bir Türkiye'nin stabilleşmiş kaotik bir siyasetle yolunuza devam edebileceğinizi de düşünebilirsiniz. Yani Türk Devleti'nin Kürt soykırımı için seferberlik çağrılarının Türkiye'yi götüreceği yön ‘bölünme ve dağılma’dır. Evet Kürtler ve demokrasi güçleri büyük bir bedel ödeyebilir; ancak kesinlikle Kürtler kendi varlıklarını koruyacak ve özgürlüklerini sağlayacak güçte olacaklardır. Bunun için Kürtlerin kendi içindeki ulusal demokratik birliklerini sağlama çabaları, uluslararası alandaki çok yönlü diplomatik çabaları, medya ve siyasetteki direniş ve dik duruşları Kürtlere kazandıracak, sömürgeci soykırımcı politikaları da boşa çıkaracaktır. Ki zaten; şu anda Türk devletinin haliyet-i ruhiyesi de aynen böyle bir durum içindedir.
Baki Gül