1. Dünya Savaşı Ve Lozan Üzerine
Son dönemde Lozan ve onunla belirlenmiş sınırlar, bizzat Türk devlet yöneticilerinin demeçleriyle gündeme girince, 1920’lerle ilgili tartışma ve yorumlarda da bir sıçrama ortaya çıktı. Lozan, Türkler açısından bir zafer miydi, yoksa hezimet mi ekseninde yürütülen tar-tışma ben ve benim gibi düşünen insanları pek ilgilendirmiyor. Çünkü bizim için emperyalist-sömürgeci bir uzlaşma, yüz yıla yakındır Kürt halkının gördüğü sınırsız zulmünu ana kaynağı olup meşru yanı yok. Beri taraftan ona „hezimet“ diyenlerle „zafer“ diyenler aynı hamurdan-lar. Her iki kesim de sömürgeciliğı ve işgalciliği kendileri için bir hak olarak görüyor. Aralarında ki fark; bir taraf „Daha fazla toprak ele geçirebilirdik, Lozan’ı imzalayanlar bu yönden başarısız kaldılar,“ derken öteki taraf „Tabi ki daha fazla toprak elde etmeliydik ama o günkü koşullarda bunu yapmak mümkün değildi,“ diyor.
1. Dünya Savaşı ile ilgili değerlendirmeler bakımından da durum farklı sayılmaz. Ortalama bir Türkün anlayışı „Emperyalist devletler Osmanlı İmparatorluğunu yıkmak ve ona ait toprakları işgal etmek isterken, Türkler de büyük kahramanlıklar sergileyerek yurtlarını savundular,“ şeklindedir.
Oysa 1. Birinci Dünya Savaşı’nda haklıyı ve haksızı, birbirleriyle kapışmış olan devletler çerçevesinden bakarak tesbit edemeyiz. Çünkü savaşın her iki tarafı da işgalci, yağmacı ve haksızdı. Üstelik, Osmanlı İmparatorluğu, her hangi bir saldırıya maruz kaldığı için değil, „Adriyatik Denizi’nden Çin Seddi“ne kadar olan toprakları kapsayan „Türk Dünyası“ yaratma hayaliyle, bilerek ve isteyerek katıldı. Bu bakımdan, üzerinde çokça gürültü kopartılan Çana-kkale Savaşı dahil, meydana gelen bütün savaşlar, aynı emperyalist savaşın birer halkasıydı dolayısıyle de hiç bir haklı yanları yoktu. Osmanlı İmparatorluğu, kaybeden taraf olduğu için savaş İstanbul kapılarında oldu, kazansaydı bu kez Paris, Londra ya da Roma kapılarında olacaktı. Savaşın mantığı budur.
Peki bu kanlı boğuşmada haklı olanlar yok muydu? Vardı elbet. Haklı olanlar, bu savaşın acısını yaşamış olan halklardı; Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Araplar, Balkan halkları, yoksul Türk isçi ve köylüleri ve ötekiler... Örneğin, bir Ermeni, Rum ya da Kürt, Türk milliyetçilerine „Siz kendi sömürgeci-işgalci emellerinizi gerçekleştirebilmek için dünyayı kan ve ateşe boğan bir savaşa girdiniz, bu nedenle ülkelerimiz yakılıp yıkıldı, o da yetmiyormuş gibi bize soykırımlar yaşattınız ve üzerinde yaşadığımız toprakları bir cehenneme, bir viraneye çevirdiniz. Yaptıklarınız, dört-dörtlük insanlık suçudur„ dese Türk milliyetçi nasıl bir yanıt verebilir? Koca bir hiç. Ama gel gör ki bu insanlık trajedisinin sorumlusu olanların mi-rasçıları, bu gün hala haklılıktan dem vurma cesareti gösterebiliyorlar. Katil, kurbanı suçluyor, ona hesap sormaya kalkışıyor anlıyacağınız!
1919-1923 Savaşı Neydi, Ne Değildi?
Şimdi gelelim, 1. Dünya Savaşının devamı olan Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Yunanlılara karşı yürüttüğü 1919-1923 savaşına:
1) Kemalistlerin ısrarla ileri sürdükleri gibi bu emperyalizme karşı verilen bir savaş değildi. Tersine emperyalistlerle işbirliği içerisinde, onların desteğiyle yürütülen bir savaştı. M. Kemal daha İstanbul’da iken Minber gazetesinin 17 Kasım 1918 sayısında yayınlanan demecinde “İngilizlerin Osmanlı milletinin özgürlüğüne dikkat gösterdikleri ve insanlık karşısında, yalnız benim değil, bütün Osmanlı Milletinin İngiltere’den daha çok iyiliğini isteyen bir dost olamıyacağı inancıyla duygulanması doğaldır,“ diyordu.
Aynı Mustafa Kemal, ingiliz Daily Mail gazetesi muhabiri Waard Price’den, kendisi ile ingiliz yetkililer arasında ilişki kurulması için yardım ricasında bulunurken de „Eğer İngilizler Anado-lu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa, İngiltere yönetiminde bulunan tecrübeli Türk vali-leriyle çalışma gereğini duyacaklardır. Böyle bir yetki çerçevesinde hizmetlerimi sunabile-ceğim uygun bir yerin olup olmayacağını bilmek isterim,“ demekteydi. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, s. 122’den aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, Doz Yayınları, 1991, İstanbul s. 42)
Peki sonra ne oldu?
Kısa bir süre sonra, Mustafa Kemal, Padişah onaylı resmi bir görevle asayişi temin etmek üzere Karadeniz Bölgesine gönderiliyor. Gönderilirken de kendisi ve yanındaki 34 arkadaşının
ceplerinde, o zaman boğazları kontrol etmekte olan İngilizlere ait vize var. Ancak, Mustafa Kemal’in ingilizlerle olan dostane ilişkileri burada bitmiyor tabi. Asıl önemli olan, başında bulunduğu hareketin İngilizler ile müttefiklerine nasıl baktıklarının bilinmesidir. Kendisi bu konuyu şöyle özetliyor:
„O halde kurtuluş çaresi ararken iki şey söz konusu olmayacaktı, önce itilaf devletlerine karşı düşmanca tavır alınmayacaktı, sonra da padişah ve Halife’ye canla başla bağlı ve sadık kalmak temel şart olacaktı,“ diyor. (M. Kemal Atatürk, Nutuk, 1. Cilt. s.8)
Bu nedenledir ki Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışından Lozan’ın imzalanmasına kadar olan sürede kemalist güçlerle itilaf devletleri arasında, kayda değer her hangi bir çelişki ortaya çıkmadı, en ufak bir silahlı çatışma yaşanmadı. İngilizlerle Fransızlar daha baştan itibaren Yunanlılara sırt çevirip kemalistleri desteklediler ki Türklere savaşı kazandıran asıl etken de buydu zaten. Bakın İsmet İnönü, Cumhuriyet’in 50. Yılı nedeniyle verdiği demeçte konuyla ilgili neler söylüyor:
„İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında ingilizlerin buna karar vermesi ve diğer müt-tefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur“. (29 Ekim 1923 tarihli Milliyet gazetesi)
Aynı konuya ilişkin olarak açıklığa kavuşturulması gereken diğer bir canalıcı soru ise, 1919-23 mücadelesinin bir ulusal kurtuluş mücadelesi olup olmadığıdır.
Bir ulusal kurtuluş mücadelesi, sömürge ülkelerin baskı altındaki halklarının, sömürgecilere karşı yürüttüğü anti emperyalist bir mücadeledir ve nihayi amacı, sömürge ulusun kaderini belirleme hakkını elde etmesidir. O halde bu savaşın niteliklerini açıklığa kavuşturabilmek için, hem Türk halkının o dönemki durumuna hem de bahsi geçen mücadelenin karakterine bakmak gerekir. Buna göre:
a) Türkler sömürge bir ulus değillerdi, üzerlerinde bir ulusal baskı yoktu.
b) Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başını çektikleri mücadele, savaşın kaybedenlerinden olan imparatorluğu yeniden şekillendirme ve diriltme kavgasıydı. Birbirleriyle hesaplaşma içerisinde olan İmparatorluk bürokrasinin her iki tarafı da hedeflerini „Saltanatı ve Hilafeti kurtarma“ şeklinde belirlemişlerdi. Dikkat edilirse, Mustafa Kemal ve ekibi, Lozan’ın im-zalandığı 1923 yılına kadar ulusal bir Türk devletinden bahsetmemeye özen göstermişlerdi.
c) 1919-1923 mücadelesinin öne çıkan hedefi, „ermenilik ve rumluk teşkiline karşı“ olmaktı.
Peki kimdi Ermenilerle Rumlar? Bunlar, bu topraklar üzerindeki tarihleri Türklerden binlerce yıl eskilere giden, bölgenin kadim iki halkıydı. Yüz yıllarca süren savaşlar sonucu, onlar Türklerin değil, Türkler onların ülkelerini işgal etmişlerdi. Üstelik, Ermenilerle Pontus Rumları 4-5 yıl öncede başlamış olan soykırımın acısını bütün tazeliğiyle hala yaşıyorlardı. 1919-23 mücadelesini veren kadroların neredeyse tamamı, o soykırımları yapan ittihatçı hareketin içinden gelenlerdi.
1. TBMM, Hedefler ve Kürt-Türk İlişkisi
1920 yılında faaliyete geçen 1. TBMM, iki ulusun (Kürtler ve Türkler) ortak eğemenlığini esas alan ve öteki müslüman halkların özgürlüklerine ısrarla vurgu yapan bir meclisti.
Ne var ki birlikte mücadelenin açık hedefleri bu şekilde belirtilmesine rağmen, Mustafa Kemal el altından Kürtleri, hazırlamayı düşünüğü cehenneme taşıyacak yolun parke taşlarını döşemekten geri kalmıyor, gizli telgraf, mektup ve emirnamelerinde Kürt yurtseverlerine her hangi bir şekilde faaliyette bulunma fırsatı verilmemesini sağlamaya çalışıyordu.
Bu arada alevi Kürtlerin, 1920-1921 yılarında Qoçkiri’de Osmanlı sömürgecilerine karşı ver-dikleri ulusal kurtuluş mücadelesini çok kanlı bir şekilde bastırtan da Ankara’daki yönetimden başkası değildi.
Bir paylaşım ve sömürgeleştirme antlaşması olan Lozan, aynı zamanda kemalistlerin Kürtlere ihanetinin ve onları arkadan hançerlemelerinin belgesidir. Çünkü bu antlaşma ile Kürt halkının ülkesi yeniden bir paylaşım alanı haline geldi ve Osmanlı sınırları içerisinde kalan parçası 3 parçaya bölündü. Ona tarihin kaydettıği en gayrimeşru ve haksız belgesi demek sanıyorum yerinde bir saptama olur.
Savaş boyunca „Padişa ve Hilafete Bağlı kalmayı“ taahhüt etmiş olan Mustafa Kemal ve eki-binin, Lozan’dan sonra yaptığı ilk işlerden biri de bu kurumu ortadan kaldırmak oldu. Bunun, ingilizlerle varılmış olan gizli antlaşmalara uygun olarak atılmış bir adım olduğundan kuşku
duymak için her hangi bir neden yok. İngilzler, Türk milliyetçilerinin bir „ulus devlet“ kurma projesini desteklerken, onlardan da islam dünyası üzerinde manevi otoritesi bulunan saltanat ve hilafeti tarihe gömmelerini istemeleri doğaldı. Çünkü padişaın sıradan bir çağrısı bile halkı Müslüman sömürgelerde ingilizleri büyük sorunlarla yüz yüze bırakabilirdi.
Lozan’dan hemen sonra Ankara yönetimi, birden çok kültür ve dini inancı barındıran çok u-luslu bir toprak parçasında, bütün bu farklılıkları red ve inkar eden, onları asimile etme esas-ına dayalı tekçi, ırkçı bir sistemin temellerini atmaya başladı. İşte Şeyh Sait Hareketi olarak bilinen, 1925 Kürt ulusal başkaldırısı bu koşullarda ortaya çıktı.
Ankara yönetimi, hareketi küçük düşürmek amaciyle onu „İngiliz desteği ve kışkırtması sonucu ortaya çıkmış irticai bir başkaldırı“ şeklinde nitelendirdi. Ne var ki o gün bu gündür bahsini ettikleri „İngiliz desteği“ne ilişkin somut bir kanıt ortaya koymuş değiller. Değiller
ama bu yalanı bu gün hala da gözü kapalı şekilde tekrarlamaya meraklı çevreler de hiç eks-ilmedi.
Mustafa Kemal ve çevresinin, 1919-23 döneminde emperyalistlere bir tek kurşun sık-mamamış olmalarına karşın, aynı dönemde Güney Kürdistan Kürtleri, İngilizlere karşı, çok ağır kayıplara yol açan bir mücadele yürütüyorlardı.
Yine aynı yıllarda Güney Kürdistan’da bir plebisit gerçekleşti. Kürt halkı, 1925 tarihli plebisit ile Irak’a katılmayı redderek bağımsızliktan yana oy kullandı. Kürtler, mevcut koşullarda bağımsız Kürdistan’ın kurulmasının mümkün olmaması durumunda ise Irak yerine Türkiye’ye bağlanmayı tercih ettiler. Kürtlerin aynı amaçla Ankara’ya bir delegasyon gönderdiklerini, federasyon önerisinde bulundukklarını ama M. Kemal’in bunu reddettiğini, bir televizyon pro-gramında bizzat Özal’dan dinlemiştim. Neden, daha önce de değindiğim gibi, Ankara’nın, Kürt halkının varlığını inkar eden, onu zorla asimile ederek türkleştirmeye dayanan politi-kasıydı.
1925 olayı, Ankara’nın ırkçı-şöven politikasına karşı bir başkaldırıydı. Ne var ki Ankara yö-netimi bu gerçeği çok iyi bilmesine rağmen polititikasını değiştirme yoluna gitmek yerine, İngilizlerle ant-Kürt temelde bir uzlaşmaya varmayı tercih etti. İşte 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması bu tercihin ürünüdür.
Türk milliyetçileri bu antlaşadan bahsederken onu sırf bir sınır düzenleme antlaşması şeklin-de sunmaya özen gösteriyorlar. Oysa Antlaşma, aslında Kürt halkının özgürleşme mücadele-sine karşı bir İngiliz-Türk ortak mücadele belgesidir.
Misak-i Milli’yi „...Türk ve Kürt unsurlarıyla meskun vatan parçası" olarak tarif eden, 1923 yılındaki bir konuşmasında ise onu „"Bu hudut İskenderun körfezinin güneyinden, Ant-akya'dan, Halep ile Katma istasyonu arasında Carablus köprüsünün güneyinde Fırat nehrine ulaşır. Oradan Deyrizor'a iner, oradan doğuya uzatılarak Musul, Kerkük ve Süleymaniye'yi içine alır," şeklinde tarif etmiş olan mustafa Kemal, Kürt özgürlük mücadelesini bastırmanın karşılığı olarak Kerkük-Musul üzerindeki haklarından vazgeçiyor, buraları adeta İngilizlere hediye ediyordu.
Sonuç
Yer küremizin başka hiç bir yerinde rastlanmayacak ölçülerde sürdürülmekte olan yüz yıllık haksızlığa ve zulme karşı direnen Kürt halkı elbette dış dünyaya gözlerini kapatamaz. Onun uluslararası dayanışmaya ihtiyacı var ve bu çerçevede gerekli gördüğü çevrelerle ilişki kurmak istemesi doğaldır.
Türk milliyetçilerinin bu ya da başka nedenlerden ötürü Kürtlerden yana şikayetçi olmaya hakları yok. Onların son yüz yılda bu halka karşı işlemdikleri suç, başvurmadıkları barbarlık kalmadı.
93 yıl sonra, Kürt halkının seçtiği belediye başkanlarını hapse atmak ve belediyelere el koymakla meşgulsünüz. Devletinizin sınırları içerisinde olmayan Kürtlerin bile her hangi bir şekilde hak sahibi olmamaları için kapı kapı dolaşıp dilenmekle kalmıyor, komşu bir devletin topraklarına karşı işgal operasyonları düzenliyorsunuz. Ve tabi çok daha da önemlisi, Kürt çocuklarına ana dillerinde hitap eden bir televizyon kanalına dahi tahammül göster-miyorsunuz.
Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun, ne diyelim.