“Başkaldırmıştı: gittikçe artan bir güven duygusuyla Zincirlikuyu kavşağına doğru yürüyordu. Islaktı gözleri. Bir askeri araç geçiyordu; subaylar vardı içinde. Dizi dizi arabalar geçiyordu. Açık bir kamyona doluşmuş yapı işçileri vardı; yorgun, dalgındılar. Güneş bulutlara girip çıkıyordu.” *
Vedat Türkali, yıllar evvel Banu Güven’in konuğu olduğu bir programda şunları demişti: “Kürt adaylar içinde en çok Leyla Zana’ya güveniyorum. Geçenlerde Diyarbakır’ın bir köyünde ‘Oylarınızı gerillaya verin’ demiş diye ortalığı ayağa kaldırdılar. Ben de oyumu gerillaya vereceğim; ama gerilla ölsün, öldürsün diye değil, gerilla dağdan insin, silahlar bırakılsın diye oyumu veriyorum.” Yıldırım Türker de bunun üzerine bir yazı yazarak, “Vedat Türkali’siz bir Türkiye’nin, onsuz bir Türkçe’nin boynu bükük olurdu” demişti. Öyle de oldu.
Sabah saatlerinde kızı Deniz Türkali yazmıştı haberini, ilk oradan gördüm ve gördüğüm andan itibaren zihnimde dönen şuydu: Hiç sağa sola çarpmadı, tahayyül ettiği gibi yaşadı, yaşadığı gibi öldü. Vedat Türkali, son nefesine kadar eşitlik dedi, kardeşlik dedi, barış dedi. Üzerimizdeki emekleriyle de göçüp gitti.
Ankara’da Vedat Türkali
Vedat Türkali ile tanışmam lise yıllarıma denk geliyor. Ankara’da yaşıyorsanız, şehirde çok yapılacak bir şey olmadığından mıdır bilmem, belli bir bilinçle kitap okuyorsunuz. Dolayısıyla iyi bir okur olma yolunda ‘bir-sıfır’ önde başlıyorsunuz. Bir avuç ama gerek politika gerek entelektüel anlamda canavar gibi olan arkadaşlarınızla Dost Kitabevi’ne gidip kitaplar seçiyorsunuz, sonra sessiz bir mekân bulup kitaplarınızı okumaya başlıyorsunuz. Sonra aranızda tartışıyorsunuz, sonra akşam başka bir mekâna gidiyorsunuz. Ankara’da okuyanların lise ve üniversite dönemleri genellikle böyle geçiyor. Kurtuluş’tan Kızılay’a yürüyorsunuz akşamları, Kurtuluş Parkı’nın ağaçlarının arasından geçiyorsunuz sonra; kuş cıvıltıları, parkta oynayan çocukların sesleri; bazen de eylem adımları. Bunlar, Ankara’yı bilmeyenler için pek bir şey ifade etmeyecektir ama benim gibi Ankara’da doğup büyüdüyseniz, her birinin apayrı kıymeti olduğunu bilirsiniz. Ben bunların, yolu Ankara’da kesişen herkesin evrensel değerleri olduğunu Vedat Türkali romanlarında öğrendim. Evet, İstanbul’u aşırı severdi ve evet, İstanbul’a şiir bile yazmıştı; ama ben Ankara’daki çoğu şeyin kıymetini onunla anladım. Son romanlarından ‘Yalancı Tanıklar Kahvesi’ yayımlandığında heyecanla gittim aldım. Kitap önceki romanlarına kıyasla daha az sevilmişti; belki de çok Ankara olduğu için. Ama benim için kitapta Mülkiye vardı, sahafçı bir abi vardı, Kurtuluş Parkı vardı, meşhur Tavukçu Meyhanesi vardı; yürüdüğünüz, iz bıraktığınız bütün caddeler, sokaklar vardı ve bu yüzden epey kıymetliydi. O günden sonra imlediği yerlere her gittiğimde masada Vedat Türkali’yi anmadan geçmedim, bunu adeta vazife bildim.
Haramilerin saltanatını yıkacağız
Vedat Türkali’nin bir komünist olduğunu, ‘Güven’ romanında öğrendim. İlk okuduğum kitabı da buydu, Ankaralı devrimci bir abi hediye etmişti. “Tarihi anlamak için” diyordu, “bunu mutlaka okuman gerek.” Bir solukta okudum ilk cildi, sonra ikinci cildi. Kitap Nâzım şiirleri vasıtasıyla komünizmle tanışan gençlerle açılıyordu. Bu kitabı zamanında okuyan herkes aynı dönemlerde komünizmle tanışıyor muhtemelen. Hissettiğiniz heyecanın, coşkunun aynısı kitaptaki kahramanlarda da vardı. Kitap çok bizdi, çok sevmiştik. Sonra diğer kitaplarını okumaya başladım, ikinci okuduğum kitabı ‘Birgün Tek Başına’ydı. Bu bir aşk romanıydı ama arka planda görkemli İstanbul mücadelesi vardı. Kitabın bir sayfasında bir şiir vardı, “Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi,” diyordu. Meşhur besteydi o, ‘Bekle Bizi İstanbul’du. Sözlerinin Vedat Türkali’ye ait olduğunu bilmiyordum. Vedat Türkali, Parti tarafından Anadolu’da görevlendirildiğinde yazmış bu şiiri, İstanbul’a ve oradaki kavgaya hasretle. Sonra şiir bestelenmiş ve milyonların diline dolanmış, eylemlerde pankartlara, dövizlere kazınmış: “Haramilerin saltanatını yıkacağız.”
Ölümünden kısa bir süre önce, seçim öncesi, HDP’ye destek vermek için geldiği bir etkinlikte görmüştüm onu. Zar zor yürüyordu ama konuşmasından sonra sıkılı yumruğu yine havadaydı. Bir Türk olarak Kürt halkının en sadık dostlarından biriydi. Mücadelelerini mücadelesi bildi ve 97 yaşına dek bildiği yoldan hiç sapmadı. Başkaları gibi eğilip bükülmedi; doğru bildiği, inandığı neyse ölümüne dek onu savundu. Barış istedi; “Kürt Halk Önderi üzerindeki tecrit insanlık dışıdır, kaldırılmalıdır” dedi; “Gerillalar da yaşasın, askerler de” dedi. Eşit yaşamı savundu; baskıyı, zulmü mahkum etti ve mücadelesiyle hepimize umut verdi. Bunca yıl bir devrimci olarak yaşamak mümkündü, Vedat Türkali bize bunu gösterdi. Çok güzel yaşadı ve biliyoruz çok da yaşlıydı; ancak Vedat Türkali’nin ölüm haberini aldığımda gözümden iki damla yaş süzüldü. Üzerimdeki emeğini düşündüm, benim gibi onlarca insan olduğunu düşündüm. O didaktik, sekter solcu söylemlerden sıyrılmış hakiki bir mücadeleyle belki de ilk o tanıştırdı beni. Vedat Türkali, bir hakikat anlatıcısıydı. Bu yüzden en kıymetlilerdendi.
Bu yazıyı yazarken arkada sürekli, adaşı Vedat Yıldırım’ın Bahoz’da seslendirdiği haliyle ‘Bekle Bizi İstanbul’ çaldı. Haramilerin saltanatı daha yıkılmadı; ama boşuna çekmedik bu acıları. Bekle zafer şarkılarıyla geçişimizi.
* Birgün Tek Başına
TUĞÇE YILMAZ
Politika