Toplu gözaltılar, gözaltında işkence ve kötü muamele, ölüm cezasının yürürlüğe konması, basına sansür, yurtdışına çıkış yasakları... Daha neler neler: Ülke çapında Olağanüstü Hal ilan edilecek, geniş çaplı bir cadı avı başlatılacak, kamuda işten çıkartmalar üniversitelerde temizlik alıp başını gidecekti.
Neyse ki ordu içinde ‘küçük bir grubun kalkışması’ uzun bir gecenin sonunda bertaraf edildi de, yeni bir cuntanın bütün bu işleri yapması engellendi. Öyle ya, eski cunta ne güne duruyordu! Darbeciler yenildi, ama fikirleri iktidardaydı. Askeri darbe badiresini atlatan iktidar, ‘darbe dediğin öyle olmaz, böyle olur!’ hamlesiyle içerideki darbecileri kıskançlıktan çatlatma yolunu seçti.
Bir de bunu ‘demokrasi bayramı’ havasında yaptı ki fazla acımasın. Hasan Mutlucan türküleri yerine bize sabah akşam ezan ve sala dinletti mesela. Kitlesini emir komuta zinciriyle sokağa çıkardı, gazetelere ‘İkinci bir emre kadar meydanlardayız’ diye manşetler attırdı. Tanklara karşı destan yazan millet efsanesi yazılmaya, akla ziyan hikâyelerle kitle ruhu şişirilmeye başlandı. Mesela Yeni Şafak Gazetesi’ne göre “Ankara’da bir dede, FETÖ’cülerin Akıncı Üssü’nü kullanamaması için tarlasını yakarak görüş açısını sıfıra indirmiş”ti. Başka yerde çıkmayan, iki cümleden mürekkep bu ‘özel haber’de hiçbir detay yok, kahraman dedemizin adı bile anılmıyor -hatta ikinci cümlede ‘amca’ olarak geçiyor- ama işte mühim olan mebzul miktarda gaz tedarikiydi.
Böylelikle ülkeyi bir açıkhava cezaevine çevirecek olan OHAL müjdesinin meydanlarda coşkulu tezahüratla karşılanması sağlandı. Bunu kutlayanların OHAL yasaları gereği o meydanda olmaları artık yasaktı gerçi, ama bu da nazlı demokrasimizin hoş bir paradoksuydu işte. Nihayetinde, Başbakanın dil sürçmesiyle dediği gibi, “Türkiye’de darbe girişimi yüzde 100 başarıyla sonuçlanmıştı.”
Bu mümtaz demokrasi, cuntacıların kitabında ilk sayfalarda yazan, Türkiye’de son elli yılda sadece 12 Mart ve 12 Eylül askeri rejimleri tarafından pratiğe dökülmüş olan ölüm cezasıyla da taçlandırıldı mı işlem tamam olacak. RTE son söyleşilerinden birinde o kitaptan alıntı yaparcasına, “asmayıp da besleyelim mi?”yi bile telaffuz etti, nitekim.
Kısacası bu darbe sınavından öyle bir zaferle çıktık ki, her 15 Temmuz’da askeri geçit töreniyle kutlansa yeridir. İlk akla gelen şeyin, Meclis’in hasarlı binasını ve zedelenmiş onurunu onarmak değil de, Taksim’e kışla inşa etmek olması ne kadar ironik değil mi? OHAL buldozeriyle Meclis’i hepten yıkıp halı saha yapmak da 2023’ün dev projeleri arasındaymış anlaşılan.
II Duce’den Reis’e bir yol
Şimdi hepimizin ortak sorusu, bundan sonra ne olacak? Elbette ne olacağından çok ne yapacağımız önemli, onu da direnme refleksimiz ve örgütlenme kabiliyetimiz belirleyecek; fakat en azından karşımıza çıkabilecek şeyleri tarihe bakarak tahmin etmeye çalışabiliriz.
Erdoğan’ın Reis hallerini Hitler’in Führer’ine, Türkiye’nin mevcut durumunu da 1930’ların Almanya’sına benzetmek revaçta olsa da, doğrusu ben Mussolini/Il Duce ile karşılaştırmanın daha yerinde olacağı kanısındayım. Tarihçi değilim, lakin günlerdir Mussolini İtalyası hakkında okuyorum; kriz dönemlerinde tek adam rejimi ve faşist devlet nasıl inşa edilir, bunu öğrenmek isterseniz size de tavsiye ederim. Her yeni bilgiyle, RTE ve ekibinin bu tarihi iyi çalıştıkları, ilhamlarını büyük ölçüde oradan aldıkları yönündeki hissiyatım güçleniyor.
En sondan başlayalım; başarısız darbe girişimini altın fırsat (Allah’ın bir lütfu!) sayan iktidarın sokakta yaratmaya çalıştığı kitle seferberliği, bir çok yönüyle Mussolini’nin Ulusal Faşist Parti’sini iktidara taşıyacak olan ünlü Roma’ya Yürüyüş eylemini andırıyor. (Bizdekinin hedefi tabii iktidara değil, Başkanlık ve parti devleti hedefine ulaşmak; Mussolini’nin izleyen bir kaç yılda başaracağı şey yani.)
Partinin aldığı karar gereği Kara Gömleklilere bağlı 20 bin kadar adamı (elbette hepsi erkek), 22 Ekim 1922’de iktidarın kalbi olan Roma’ya doğru yürümeye başlamış, yol üstünde denk geldikleri hükümet binalarını işgal edip gözdağı vererek büyük bir gövde gösterisi yapmıştı. Sonunda hem şehrin kapılarına dayanmış yürüyüşçülerden hem de partinin yedeğinde tuttuğu silahlı milislerden çekinen İtalya Kralı, hükümeti kurma görevini Mussolini’ye vermek zorunda kalmıştı. 29 Ekim’de binlerce Kara Gömlekli Roma sokaklarında volta atarken, reisleri kabineyi oluşturmaya başlamıştı bile.
Attığı ilk adımlardan biri, seçim yasasını değiştirmek suretiyle (Buna göre en çok oyu alan parti Meclis’teki sandalyelerin üçte ikisini alacaktı) uzun süre iktidarda kalmayı güvence altına almak oldu. Ülkedeki krizi çözecek somut bir planı yoktu ama her yere otobanlar ve tren rayları döşeyerek ekonomiyi ayakta tutmaya çalışacaktı.
Mussolini de eski Roma İmparatorluğu’nun ihtişamlı günlerine geri dönme (Akdeniz’i İtalyan gölü yapmak!) masalları anlatarak taraftar toplamış, kriz koşullarında ümitsizliğe kapılmış kitleleri hamasi söylemlerle kendine bağlamış, egemen tabaka ise serbest piyasa ekonomisine karşı olmadığını söyleyen bu lidere ülkeyi bir süre teslim etmekte beis görmemişti.
Her diktatöre lazım: Medya ve polis
İktidara geldiğinde Mussolini’nin yaptığı ilk iş, basını ve polis teşkilatını kontrol altına almak oldu. Sansür adım adım sıkılaştırıldı, gazetecilere devletten çalışma izni alma mecburiyeti getirildi, bu izin mekanizması da elbette Faşist Parti’nin eline verildi. Roma’da sosyalist ‘Avanti!’ gazetesinin merkezini basıp yağmalamak gibi eylemlerle muhalif basına dönük sindirme harekâtı başlatıldı, mevcut ulusal gazeteler yandaşlara peşkeş çekilerek medya üzerinde tam bir tahakküm kuruldu. Bu hakimiyet özellikle, sosyalist muhalif Giacomo Matteotti’nin hükümete sert eleştiriler yöneltmesinin akabinde 10 Haziran 1924’te kaçırılarak öldürülmesinin yarattığı tepkileri soğurmak ve sallanan koltuğunu yeniden sağlamlaştırmak için Mussolini’nin çok işine yarayacaktı. (Türkiye için bkz. Gezi isyanı ve sonrası.) Yarattığı ‘havuz’ medyasının manipülasyonları, gizli istihbarat faaliyetleri ile birlikte, muhalifleri susturmak için kullanacağı en etkili araçlar arasındaydı.
İçeride rahat at koşturabilmek için agresif bir dış politika izleyen Il Duce’nin 1923’te Yunanistan’ın Korfu adasını işgal girişimi fiyaskoyla sonuçlanınca, yandaş basın bu olayı da iç kamuoyuna bir zafer gibi sunmayı başaracaktı. (İmparatorluk hayalleri baki kalsa da sonraki Etiyopya, Somali, Libya maceraları yine kısa ömürlü olacaktı.)
Reis - II Duce politikalarının paralellikleri bunlarla bitmiyor: Katoliklerin desteğini arkasına almak için kiliseye para akıtmak, Vatikan’a imtiyazlar tanımak, okullarda dini eğitimi zorunlu kılmak, kadınların evde oturup çocuk büyütmesini teşvik etmek, evlilik kurumunu kiliseye teslim edip boşanmaları, kürtajı ve gebelikten korunma yöntemlerini yasadışı ilan etmek, içki satışını sınırlamak, gece kulüplerini kapatmak, vs.
1924’teki seçimlerde Mussolini’nin Ulusal Faşist Parti’si oyların % 61’ini alınca rejim diktatörlüğe doğru evrilmeye başlamış, 1925 sonlarında çıkarılan Legge Fascistissime yasaları ile muhalefet partileri ve grevler hepten yasaklanmış, ardından yeni bir gizli polis örgütü (OVRA) ve özel mahkemeler kurulmak süretiyle mutlak diktatörlük tesis edilmişti. Nihayetinde kısa sürede ülkedeki bütün anti-faşist sesler susturulmuş, yayın, toplantı, siyasi gösteri gibi eylemler hepten illegal kılınmıştı.
Anti-faşist mücadele cephesi
İtalya’da faşizmin iktidarı, işte bu şekilde askeri darbeye gerek kalmadan (ama zor ve şiddet araçlarını sonuna kadar kullanarak) anayasal çerçeve ve burjuva parlamenter demokrasisi sınırları içinde tertiplenen oldubittilerle kurumsallaşmış ve 21 yıl sürmüştü. Elbette şunu unutmamak gerek: Mussolini’nin elini güçlendiren ve ülkeyi bir kaç yıl zarfında bu noktaya getiren en önemli unsur muhalefetin binbir parça olmasıydı, toplamda çoğunluk üstünlüğüne sahip olsa da faşizme karşı ortak mücadele cephesi oluşturamamasıydı.
Şimdi dönüp bizdeki duruma bakalım ve çoktan beliren alametlerin kaba bir envanterini çıkarmaya çalışalım:
Dünya liderliği hayalleriyle okşanan kitle ruhu, bu motto etrafında inşa edilen lider kültü, hamasi ve saldırgan bir dış politika, Meclis’ten peyderpey çıkarılan güvenlik yasaları, 1 Mayıs başta olmak üzere her kitle gösterisinde zuhur eden sivil giyimli milis ordusunun ortaya çıkışı, ağır silahlarla donatılmış bir teşkilat ve genişletilmiş zor kullanma yetkisi ile polis devletinin kurumsallaşması, her fırsatta kadınlığın baskılanmaya, akademisyenlerden sanatçılara bütün potansiyel muhaliflerin sindirilip susturulmaya çalışılması, sonu gelmez gözaltı ve tutuklamalar, ancak askeri cunta rejimlerinde rastlanabilecek arsız bir yağma politikası, doğal kaynakların ve kentlerin sermayeye peşkeş çekilmesi, Kürtlerin topyekûn derin devlet güçlerinin insafına terk edilmesi, zaten yıllardır darbe basını gibi tek ses olan havuz medyası sayesinde her biri hükümet düşürecek kadar ağır katliam vakalarının görünmez kılınması, sorumluların hızlıca aklanması, hukukun iktidarın önüne paspas edilmesi, İstanbul’da katliam gecesi yaşanırken Meclis’in yargıyı Reis’e bağlayıvermesi (darbeden sonra lakabının Başkomutan’a terfi ettiğini de not edelim), hükümetin kendi yarattığı şiddet sarmalını engellemek bir yana ondan nemalanmaya bakması, mafya gibi şiddet odaklarının rejimin yedeğine alınması, alttan alta yürüyen iç savaş hazırlıkları, vs. vs.
Bunları içimiz daha fazla kararsın diye değil, tarihte ders alınacak bunca yaşanmışlık varken her yeni gelişmede beyin felci geçirmemek, umutsuzluk girdabında yitip gitmemek için hatırlamakta fayda var. Tarihten bir şeyler öğrenip olabildiğince hazırlık yapabilmek için. Kışı beklerken gerekli tedbirleri almak, kışlık giyim kuşam tedarik etmek gibi.
Faşizmin kışı yaklaşıyor, evet... Dahası, siyasetteki ‘küresel ısınma’ nedeniyle tüm dünyada çetin geçecek bir kış geliyor. Alınacak önlemlerin (ki ne oldukları malum: anti-faşist mücadele, direniş, örgütlenme, dayanışma...) yine küresel olması kaçınılmaz. Bu kışı atlatacaksak, Oaxaca’daki öğretmenlerden Idomeni’deki mültecilere, Brezilya’daki topraksızlardan Hindistan’daki çiftçilere, Filistinlilerden Kürtlere, zindanlardan dağlara hep birlikte atlatmak zorundayız.
Ta 1996’daki bir söyleşide RTE, “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” demişti. Görünen o ki, tramvaydan inmek için düğmeye bastı. Varsın insin, II Duce’ye kadar yolu var. O tramvayı toplumsal barış ve özgürlük-eşitlik-adalet güzergâhında rayına oturtmak, bu kanlı çarkın içinden çıkarmak bize düşüyor.
İşimiz hiç kolay değil, ama tarihin Führer veya II Duce’nin istediği istikamette değil de Beyaz Gül’cülerin hayal ettiği yöne doğru aktığını unutmayalım. Suruç’un gençleri bize gelecekten gülümsüyor.
Gündem